Din çarkı niçin açığa dönüyor?
Toplum olarak bir anomi durumuna
sürüklendiğimizin işaretleri daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmaya
başlamıştır. Belki de bunun en kuvvetli işareti, insan hayatına yön vermesi
gereken temel değer ve kavramların bizzat kendilerinin bir anlam ifade etmemeye
başlaması: Anomi. Bununla bağlantılı esas soru(n) ise; bu anomik durumda din
etkin bir işlev görebiliyor mu? Bu soruya peşinen “hayır göremiyor” diyerek
analizimize geçelim.
Sorunu daha net ortaya koyabilmek için sorunu
dolayımlayacak etkenlerin görünür olduğu kavşak noktasını sarahate
kavuşturmalıyız. Birincisi, 1980’li yıllar Türkiye için önemli bir kırılma
noktasıdır. Bu tarihi dönüm noktası kılan şey; tüm dünyanın küreselleşme
yönündeki açılımlarına Türkiye’nin de bir şekilde adaptasyonudur. Bu bağlamda
liberal ve neo-liberal anlayışların da bir şekilde farklı aparatlarıyla
yönetimlerce toplumun dönüştürülmesi için uygulamaya konulmasıdır.
Bugün izlediğimiz bütün sosyal formların
1980’lerden başlayan bu dönüşüm süreci ile bir şekilde ilintisi vardır. Bu
süreç Batı dünyasının 1800’lerin sonunda yaşadığı sorunların bir kültürel
gecikme sonucu önümüze gelişini anlatmaktadır bir bakıma. Modernitenin giderek
kurumsallaşmaya başladığı bu dönemde, temel sorunların başında toplumsal
çözülme ve anomi gelmektedir.
O dönemde ikisi de Fransız olan iki ismin
temel sorununa baktığımızda durum daha da net anlaşılmaktadır. İlk isim olan Le
Play, sosyolojide işçi aileleri üzerine yaptığı monografileri ile ünlenmiştir.
Le Play din, aile, mülkiyet, çalışma, sosyal eşitsizlikler gibi meseleler
üzerinden aslında Fransa toplumunun modern topluma dönüşümünün ortaya çıkardığı
problemleri analiz etmektedir. O, din ve geleneğin nüfuzunun azalması ve
modernleşmenin yaygınlaşması oranında ailelerin ve toplumsal düzenin uğradığı çözülmeleri
anlatmaktadır.
İkinci önemli isim hiç şüphesiz Emile
Durkheim’dır. Durkheim, dinin nüfuzunun azalmasıyla koşut biçimde gelişen
Fransız Devrimi ve özellikle sanayileşme devrimi sonucu ortaya çıkan anomi
durumuna dikkat çekmekteydi. Fransız devriminin getirdiği siyasal ve toplumsal
meşruiyetin dönüşümü ile sanayileşmenin yol açtığı toplumsal alt üst oluşlar
onun sosyolojisinin de esas problemi idi. Kendisi bir ateist ya da agnostik
olmasına rağmen, kaynağını toplum olarak görse de, dinin bu anominin
giderilmesindeki işlevsel rolüne değinmekteydi. Aslında Auguste Comte’un da
endişenin benzer olduğu söylenmelidir.
Buraya Alman olan bir üçüncü ismi daha
ekleyebiliriz: Ferdinand Tönnies. Tönnies cemaatten cemiyete geçişi irdelediği
meşhur “Cemaat ve Cemiyet” isimli kitabında geleneksel toplumlar ve cemaat
(buradaki cemaat community anlamındadır) arasındaki ilişkiler ve kolektiviteyi
anlatırken, cemiyete geçişle birlikte bireyselleşme ve meydana gelen anomiye
farklı boyutlarda değinmektedir.
Bu noktada dönüşümün içerikleri ve ona
hayatiyet kazandıran parametreleri kısaca zikretmeliyiz. Birincisi, geleneksel düzen
din ve gelenek dolayımıyla toplumlardaki belirsizlikleri gidererek insana bir
hayat alanı açarlar. Bu durum geleneksel toplumlarda insanlar arası dayanışmayı
ve kolektiviteyi besler. Modern toplumlar ise, birey fikrine dayandığından bir
yandan birey için belirsiz alanların açılmasına sebep olurken diğer yandan
kolektiviteyi ve dayanışma ağlarını zayıflatır. Özellikle liberalizm ve
neo-liberalizmin bireyin toplumdaki sonsuz gelişmesi üzerinde temellendiğini
bir kere daha hatırlayalım.
İkincisi, geleneksel toplumlarda din ve
gelenek dolayımlı ahlak anlayışı aynı zamanda bu toplumların hangi değersel
zemin etrafında toplandığını da göstermekteydi. Fakat modern toplumlarda
görüşlerini belirttiğimiz sosyologların eserlerinde izleneceği üzere “din”in
zayıflamasıyla sanayileşme sonrası bireyselleşmiş toplumları hangi etik
kurallarıyla çerçeveleyeceğiz sorusu başat önem kazanmıştır.
Konuya İnşaallah devan edeceğiz.