Din anlayışı gerçekliğin neresinde?
Dinin insana bir ufuk açması
gerekirken, insanlığın üzerinde bir prangaya dönüşmesi süreç içerisinde birçok
bileşenler etrafında “din”e yüklenen anlam ve yorumlar çerçevesinde oluşmaktadır.
Özellikle vahiy döneminden uzaklaştıkça, arada açılan zamansal ve kültürel
mesafe dinin daha doğrusu dini anlayışların bir kilitlenme halini besleyebilmektedir.
Özellikle bugün insanlığın en temel sorunları dururken, din adına tali
konuların tartışma gündemine dahil olması bunun temel bir göstergesi gibi görünmektedir.
Basit bir şekilde başlayalım.
İnsan(lık) dünyaya geldiği andan itibaren kendisinin ve çevresinin farkına
varmak ister. Bu bağlamda kendisinin, çevresinin, eşyanın anlamı ve konumu
üzerine düşünecektir. İnsan eşyaya isim vermek gibi bir yeteneğe sahiptir ve
bunu hep kullanmaktadır. Fakat nereden geldiği, niçin yaşadığı ve ölümden
sonraki hayata dair bilgileri kendisine din denilen bir “aşkın”dan gelecektir.
Bu anlamda din insan için bir kılavuzluktur.
İnsan öncelikle kendisini sade bir
tabiat içinde bulmuştur. Tabiatla uyum içinde yaşamak modern zamanlara kadar
dinlerin de vurgusuyla temel şiardı. Hegel başta olmak üzere Batılı bazı
düşünürler insan ve tarih söz konusu olduğunda doğa ve kültür ayrımı
yapmaktadırlar. İnsanın ürettiği kültür bir müddet sonra kendisini ve çevresini
dolayımlayarak baskılayıcı olmaktadır. Kültür bu bağlamda bir yandan dünyanın
yeniden imarını sağlarken, diğer yandan insanla tabiat arasına giren bir yabancılaşma
unsuru haline gelebilmektedir.
Bu anlamda insanın hem kendi
tabiatına (fıtrat) hem de kendisini kuşatan tabiata sahip çıkması dinin bir
gereğidir. Bugün dünyanın yaşadığı birçok olumsuzluklar büyük oranda bu tabiatlara
sahip çıkamamaktan kaynaklanmaktadır. Dikkat edilirse, durmadan ürettiği
kültüre odaklanarak hatta onu temel amaç bilerek insanın imar ettiği dünya ve
şehirler, yabancılaşmasını artırmaktadır.
Tabiat ile dini birbiriyle yakından
ilintilendirince, bazıları bunları dinle tamamen ilintisiz görmektedirler. İşte
bu seküler bir zihniyet olup, dini sadece ibadetler, giyim kuşam tarzları vb.
boyutlarına göndermede bulunarak tanımlarlar. Halbuki tam da bu noktada
“Kitap”ın nüzul sürecine dikkat çekilmelidir. “Kitap”ın bütünü birden inmeyip
temel ihtiyaçların göz önüne alınarak topluma bir öneri yapıldığı asla ihmal
edilmemelidir. Bu anlamda “Kitap” kavramının kendisinin de bu toplumsallık ve
tedricilik bağlamında yeniden düşünülmesini gerektirmektedir.
23 senede inzal olunan âyetler
literatürde Mekki ve Medeni şeklinde taksim edilmektedir. Mekki dönemde inen
âyetlere bakıldığında, insanın özgürlüğü, insan onuru, tarihi yapan aktör
olarak insan, adil paylaşım başlıklarının vurgulandığı görülecektir. Aslında
tüm peygamberlerin mesajlarında ortak olan tema budur. Paganizmin temel
problemi, insanı varoluşundan kopararak kendisi içine çökertmesi,
nesneleştirmesi, köleleştirerek adaletten uzaklaştırmasıdır.
Bugün küresel bir dünya devasa
gücüyle ve dispozitifleriyle egemenliğini sürdürmektedir. Dünya ölçeğinde
tüketim, borçlandırma vb. dispozitiflerle insan köleleşmekte; ulus aşırı
güçlerin yeni denilen dünya tasavvurunun altında özne olmaktan çıkmakta ve
onuru elinden alınmaktadır. Bauman’dan iktibasla, Birleşmiş Milletler
Üniversitesi Dünya gelişim Ekonomisi Araştırma Enstitüsü verilerine göre 2000
yılında dünyanın en zengin %10’luk kesimi toplam malvarlığının % 85’ini elinde
tutmaktadır.
İnsanın özneliği, tarihsel aktörlüğü
elinden gidip köleleşirken, din adına yapılan tartışmaların içeriğine bakınca
nasıl bir sonuç ortaya çıkmaktadır? Şu soruyu cevaplayalım; Dolaşımda olan din
anlayışı yaşanılan gerçekliği ortaya mı çıkarıyor yoksa gerçekliğin üzerini mi
örtüyor?