Dinlemek ya da dilenmek
Kavramların hayatımızda yadsınamaz bir yeri ve önemi vardır.
İnsan kendi iç dünyasından başlayarak çevresindeki ve dış dünyadaki olay ve
olguları öğrenir ve kendisine öğretilen kavramlarla anlamaya ve anlamlandırmaya
çalışır. Bu anlama ve anlamlandırma eylemini ise kendisine bahşedilen irade ile
idrak ederek yapar. Hz. Adem’e eşyanın isimlerini ve hakikatini öğreten Yüce
Allah, insanın hayat yolculuğuna kavramları anlamlandırarak başlamasını
istemektedir.
Bir bebek etrafındaki nesneleri ilkin görerek sonra gördüğü
şeyi eline alarak akabinde de ağzına götürerek bir idrak çabası içerisine
girer. Biraz daha büyüyünce bu idrak ve keşif eylemi soru sorma yöntemi ile
yeni bir hal alır. Bu yüzden çocuklar daha önce görmedikleri nesneleri öğrenmek
için ısrarla “-Bu ne?” diye sorarlar. Bu durum aynı zamanda zihinlerinde var
olan “sorgulama” yeteneğinin gelişmesinin
ilk basamağıdır ve Yüce Allah’ın bize bahşettiği bir nimettir, fıtratın bir
gereğidir.
Yaş biraz daha ilerleyince sorma ve sorgulama eylemleri
somut kavramlardan soyut kavramlara doğru yönelmeye başlar. Burada ise önemli
olan dinlemesini bilmektir. Dinlemeyi başarabilmiş insanlar kavramları anlama
yolunda daha başarılı olurlar. Atalarımızın “İki dinle bir söyle.”
sözü bunu en iyi şekilde açıklar.
Kavramların içini doldurduğumuz zaman onları hayatımızda
uygulamak da bir o kadar kolaylaşır ve hayatı daha yaşanabilir kılar. Bu açıdan
baktığımız zaman sorgulamanın ve dinlemenin önemini daha iyi kavrarız.
Kendi yaşam felsefesini bir başka fikrin altyapısı üzerine
bina edenler kadim medeniyetlerine ihanet, yaşadığı zamanda çaresiz ve
geleceklerine kayıtsız bir şekilde yaşarlar. Sonra da fikrin dilencisi olup
çıkarlar. Bir olay olarak hayatına dâhil ettiği dilenciliği sonraları olgu
olarak kabullenmeye başlarlar. Fikrin dilenciliği acziyetin ilk basamağıdır.
Kültürler arası iletişim ve etkileşim her daim var olmuştur. Ancak bir bebek bile
yeni tanıdığı bir nesneyi görerek, dokunarak ve tadarak anlamlandırmaya
çalışırken, daha olgun (!) olduğunu iddia eden büyüklerimiz bir bebek zihni
kadar olgun davranamamaktadır. Kendilerine dayatılan fikirleri olduğu gibi
kabul ederler.
Dilenci denince aklımıza hemen trafik ışıklarında, caddede,
sokakta karşımıza çıkan pespaye görünümlü, üstü başı yırtık, şekilden şekle
girmiş insanlar gelmektedir. Bunlara paranın dilencisi denilmesi daha doğru
olur kanaatindeyim. Bunlar fikrin dilencilerinin yanında çok masumdurlar. Çünkü
paranın dilencileri bir anlık duygularımızı suistimal ederek üç beş kuruşumuzu
alırken fikrin dilencileri geçmişimizi yok sayarak geleceğimizi mahvederler.
Konu fikir dilenciliği olunca söz dönüp dolaşıp Batı
Medeniyetine geliyor. Yaşadığımız zamanda fikrin en iyi tüccarlarından olan
Batı Medeniyeti kendi kültürümüze karşı bizi yozlaştırıp, kendi değerlerimizi
bize değersiz göstererek yeni bir değer edinmemiz veya diğer anlamıyla
dilenmemiz için kapısını aşındırmamızı bir şekilde sağladı. Buna da ilk olarak
dinleme ve sorgulama eylemleriyle aramıza mesafe koyarak yaptı. Amiyane tabirle
biz de bu zokayı yuttuk. Sonra da batıdan fikir ithal eder olduk. Beden
ölçüleri üzerimize olmayınca da bazen fikrin en çok da kendimizin sağından
solundan yontarak kendimize uydurmaya çalıştık. Daha da acısı çoğu zaman da
kendimizi o elbiseye uydurmaya ve sığdırmaya çalıştık. Sonra da ortaya ne
kendisi olabilmiş ne de ithal ettiği fikre uyabilmiş bir varlık çıktı.
Bu durumun en başlıca nedeni ise fıtratımıza işlenmiş
dinleme ve sorgulama kodunu bozmuş olmamızdır. Dinlemeyi beceremediğimiz için
maalesef dilenmeye başladık. Aynı harflerden oluşan iki kelime taban tabana ne
kadar zıt duruyor birbirine. Görünüşte birbirine benzeyip aralarında tek bir
fark olanların aslında kavramsal olarak ne kadar birbirine zıt olduğunu en
güzel şekilde gözler önüne seren en çarpıcı örnek: Dinlemek ya da Dilenmek.
Dinlemek bireysel bir eylem iken dilenmek toplumsal bir vakadır. Dinlemeyi, sorgulamayı ve bunların neticesinde kavramları anlamlandırmayı başaramamış insanlar dilenme hastalığına yakalanmışlar demektir.