Dikenleri sulamak
İyilikleri arttırmak, hayrı yaymakla mümkündür.
Her yere hayır götürmek,
Herkese hayırda bulunmak,
Her zaman hayırla olmak ve hayırda kalmak.
Hayırda aslolan beklentisizliktir, bunun adı
da ihlastır. İhlas insanı özgürleştirir, gözü arkada kalmaz muhlisin. Maldan,
dünyevi beklentilerden kurtulmaktır ihlas. Ancak böyle bir inançla hayırda
yarışılır, hayra koşulur, hayırla yaşanır.
Hayra koşanları bire yüz veren başaklara
benzetiriz. Bir hayırla bin bir hayra vesile olmak, binbir hayır kazanmak,
kazandığı hayırları yeniden hayra dönüştürmek.
Hayr/hıyar sözcüğü Arapça bir kavramdır.
Türkçe’deki karşılığı iyi, iyiliktir. Din dilinde ahirette ödüllendirilecek ‘iyilik’dir. İyilikte bulundukça
iyiliklerinin ahiretteki karşılığı da artar. Ancak ihlasta önde olanlar,
ahirette hayır sahibine verilecek karşılığı da “unuturlar”. Bu beklentisizlik
ahlakını en güzel sergileyenlerden biri de Rabiat’ul Adeviyye rahmetullahialeyhadır.
Ne güzel söylemişti:
Allah’ım!
Eğer Sana
cennet arzusuyla ibadet ediyorsam beni cennetine sokma, eğer Sana cehennem
korkusundan dolayı ibadet ediyorsam beni cehenneminde yak! Ama eğer Sana Senin
hatırın için ibadet ediyorsam beni sonsuz Cemalinden/Güzelliğinden mahrum
eyleme!..
(Evet, bu
haykırış Hz. Rabia üzerine müstakil bir yazı yazmayı hakketti, inşaallah…)
İnsanların iyilik/hayır yaptıkları gibi şer/kötülük
yaptıkları da malum. Kötülükler birikince insanı karanlığa sevk eder. “Karanlık” belirsizliklerin adı olduğu
gibi zulmün de habercisidir. Bildiğiniz gibi zulümat olan karanlık ile
adaletsizlik olan zulüm aynı kökten gelmektedir: zulüm-zulümat…
Mevlana r. zulüm
hakkında son derece çarpıcı bir teşbihte bulunmuştur: dikenleri sulamak… Ağaçları bırakıp bunun yerine dikenleri sulayan
bir insan düşünün; ne büyük haksızlık!
Zulüm bütün insani özelliklerin düşmanıdır.
Zalim olan insanın değer adına hiçbir
kabulü kalmaz. İnsanlığın binlerce yıllık tecrübesinden doğan bütün güzel
düşünceler, duygular ve bunlarla bezenen hayatlar bir zalim için hiçbir anlam
ifade etmez.
Elbette ki zulme karşı olduğu halde bazen
nefsine olduğu gibi insana ve doğaya da zulmeden insanlar olmuş ve olacaktır.
Bu insanlar hatalarını fark edip: biz her şeyden önce kendimize zulmettik,
dedikten sonra pişman olup bu yanlıştan dönebilirler: tevbe ve istiğfar.
Ancak zulmü hayatının merkezine koyanların
durumu bundan farklıdır. Zalim; kendisi için, kendi menfaatleri uğruna adaleti,
hakkaniyeti ayakları altına almaktan bir saniye dahi çekinmez. Bunlara Kur’an-ı
Mubin, “Hevahehu ilahehu”, yani “nefsini ilah edinenler” der. Tabi
oldukları yegâne merci arzularıdır. Bu arzularının meşruiyetini, makuliyetini
önemsemezler zalimler; arzuları yerine getiriliyorsa ötesini, berisi düşünmez
zalim.
Kimi zaman çocukların üzerine bombalar
yağdırırlar, kimi zaman da kadınları kirli arzularına kurban ederler. Hiçbir
insanın, hiçbir mekânın, hiçbir his ve değerin zalim için bir anlamı yoktur.
Anlayacağınız insanlıktan çıkmıştır zalim.
Zalim bütün bu haksızlıkların failidir lakin
zalimin zulmüne karşı bir duruş da zulme karşı olan ekseriyetiyle dindarlara
düşer. De, dindarlar zalimleşince buna kim dur diyecek? Çevremize, İslam
beldelerine baktığımızda başımızı önümüze eğiliyor. Bu utanma duygusu
duygularımızı tatmin edebilir lakin vicdan dediğimiz hakem başımızı yastığa
koyduğumuzda uyumamıza izin veriyor mu?
“…Hiç
olmazsa buğzedin” ruhsatı, zulme mani olmak için hiçbir yolun kalmadığı
şartlar için geçerli olduğunu biliyoruz. Biliyoruz da bu bilgi mesuliyetimizi
hafifletmiyor. Çünkü zulme mani olmak için elimizden geleni yapmadan işi
kalbimizle buğza havale ediyoruz. Yani;
Dikenleri sulayanların arkını genişletiyoruz…