Dijitale karşı mesafe ayarlamak
KALEYDOSKOP
Varlıklar neden birbirine yapışık değil? Bir şey ile öteki arasındaki mesafenin sırrı nedir? Baktığım yer ile gördüğüm, duyduğum ses ile o sesi çıkaran arasındaki boşluk neyi ifade ediyor? Yıldızlar ve gezegenler arasında olduğu gibi insanlar arasında da bir mesafenin oluşu bize neyi söylüyor? Nedir mesafe? Nefes alma zemini, varlıkları oldurma imkanı, bir varlık kurucu hatta belki… Bütün şeyler varlıklarını boşluğa borçludur. Hayat, oksijenin olduğu yerde yeşeriyor. Boşluk, bir taraftan büyümeye, gelişmeye vesile olurken, öteki taraftan kendini korumayı da garanti altına alıyor. Metal benzeri katı maddelerin nispeten yapışık, ağaç nev’inin nispeten serbest, hayvan ve insanın ise tamamen özgür oluşu, maddenin manaya yönelik seyrinde ayrışmanın, tekile yönelişin sırrını veriyor bize. Ruhlarımız gibi bedenlerimizin de tek ve serbest oluşu hareketin boşluğa duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyor ve bu manada varoluşun vazgeçilmezi ‘hareket’ bir mesafeyi zorunlu kılıyor. Benimle öteki arasında boşluk olmasa yerimden kıpırdama şansım yok ve bu aynı zamanda yürüyüşe özgü bütün güzellikleri kaybetmem anlamına da geliyor. Ömür dediğimiz süreç, varlığın boşlukta hareketinden başka bir şey değil. Aldığım nefes ile verdiğim arasındaki boşluk, yani o anlık, en küçük mesafe varlığım ile yokluğum arasındaki perdeye ışık tutuyor. Mesafe böylece yaşam ile ölümün, oluş ile bozuluşun, varlık ile yokluğun yer değiştirmesinin, yani dünya sahnesindeki bütün oyunların vazgeçilmez öğesine dönüşüyor. Bütün bunlardan dolayı, boşluğun somut eseri olan mesafeyi ortadan kaldırmak, ortadan kalkmak anlamına geliyor. Mesafeyi korumak yaşama, mesafeyi ortadan kaldırmak ise ölüme dairdir… Boşluk kalkınca mesafe yitirilir, mesafe olmayınca hayat kaybedilir… Çünkü odunlar ağaçlardan, cesetler dirilerden daha çok birbirine benzer… Ve hayat benzerliklerden ziyade farklılıklar üzerine kuruludur.
Özellikle canlılar için bütün mesele mesafe ayarlamaktadır. Yakına geldiğinde yakan, uzaklaşıldığında üşüten güneş gibi ve tamamen gittiğinde donduran… Evren, bir başından ötekine entropik bir mesafe ayarıyla varlığını sürdürmektedir ve bu durum; insan ile dünya, ölüm ile hayat, ruh ile beden arasındaki ilişkinin de varlık sebebine dair ciddi işaretler barındırmaktadır. Gövdesiyle ötekilerin gövdeleri arasında belli bir mesafe bulunan ağaçlar daha gür yetişir, damarları ötekinin damarlarına bulaşmadan, özgürce toprağın altına yayılan ağaçların gövdesi daha kuvvetli olur. Kendisiyle düşmanları arasındaki mesafeyi ayarlayan hayvanlar daha çok yaşar. Yanına yaklaştıracaklarını ve uzak duracaklarını ayarlayan hayvanlardır uzun ömürlü olanlar. Ve insan da böyle… Gereğinden fazla yaklaştıkları tarafından tehdit ya da yok edilir. Gereğinden fazla uzak tuttuklarının ışığından mahrum kalır. Ben ile öteki arasında gerektiği kadar, sadece ihtiyaç duyulduğu kadar bir boşluk bırakmaktır aslolan. Mesafe bize varoluşun dayattığı en önemli hayat garantisidir. Kendini kendinden ve başkalarından, kendini başkalarından ve başkalarını kendinden korumaktır bu keskin prospektüsün muhteviyatı ve elbette bütün bunların değişmez vasfı mesafe…
Dünyayı kuran akıl varoluşu mesafeyle ilişkilendirdiği için bozuluş ve yok oluş mesafe yitimine dairdir. Akıl yitimi zihinsel karmaşaya ve mesafe kaybına, bedensel hastalık organlar arası mesafe ve iletişim bozukluğuna, toplumsal çözülme ise insanlar arası hiyerarşi tahribine ve haddin aşılmasına dairdir. Elbette bozuluş sadece bir insandan ötekine uzanan ilişki biçimindeki mesafe kaybına değil aynı zamanda insan ile nesneler arasındaki mesafe ölçüsünün kaçmasına da bağlanabilir.
İlk insanlardan günümüze hayat, biraz da nesneye şekil vermekle ilgili… İhtiyaçlarımızı karşılamak ve hayatımızı olduğundan daha çekilebilir hale getirmek için çalışmamız, dünyaya şekil vermemiz gerekiyor. Bu da onlarla aramızdaki mesafeyi iyi ayarlamayı beraberinde getiriyor. Ne onlara köle olacağız ne de onları hor kullanacağız. Onları sevecek ama hiçbir zaman fetişleştirmeyeceğiz. Bizi doyurduğu için toprağa, nefesimize iyi geldiği için havaya, yemeklerimizi pişirdiği için ateşe, susuzluğumuzu giderdiği için suya ve yalnızlığımızı unutturduğu için insana saygı duyacağız fakat hiçbir zaman bu saygı onları putlaştırmak anlamına gelmeyecek, gelmemeli. Hayat ile ölüm arasındaki mesafeyi nesnelere verdiğimiz değer tayin ettiği için sadece hayatta olduğumuz süreye göre bir değer biçme belki de yapılması gereken en doğru harekettir.
Sahip olduklarının kölesi olan insan ölüm ile hayat arasındaki mesafeyi yitirmiş, hayata ölümden ziyade değer vermesinden dolayı hayat pusulasını şaşırmış, potansiyel bir ‘hayat kaybetme’ adayıdır. Her dönemde, sahip olduğu şeylere kölelik yapan insanlar çıkmıştır. Nesne olarak dünya ile özne olarak insan arasındaki o hassas dengeyi yitirmek elbette an meselesi. Ama tarihin hiçbir döneminde sahip olmadığı bir şeye sahipmiş gibi davranıp sahip olduğu tarafından yönetilen insan tipi gelmemiş olmalı. Dijital dünya ile insan arasındaki ilişki tam da böylesi bir bağın eseridir. Toprak, hava, su ve ateş ile bağını bir tarafa bırakıp ansızın cam ekranın büyüsüne kapılan günümüz insanı farkında olmadan postmodern çağın en büyük batıl inancını yarattı: Görüntü fetişizmi. Dünyadaki hiçbir ibadet internet karşısında saatlerce yapılan ayinler kadar uzun süreli olmadı, hiçbir ibadethane çocukları, gençleri ve olgun yaştaki insanları bu kadar başına toplamadı. Hiçbir inanç, gençleri aynı mekanda ve böylesine huşuyla kendine ram eden bir buluşma ayarlayamadı. İnsanlık tarihinin kaydettiği en büyük mesafe kaybı budur ve bu noktada yapılması gereken ilk iş; internet başta olmak üzere dijital dünya ile aramıza belirgin bir mesafe koymak, her türlü tasarrufumuzda onun kölesi değil sahibi olduğumuzun farkına vararak yaşamaktır.
Dijitalite, birinci dereceden, mesafeyi yok ettiği için kötürümleştirmektedir varoluşu. Gözün yakından bakışı, bedenin yakından teması, bilincin yakından kavrama gayreti bir kilitlenmedir aynı zamanda. Dijital ekranın karşısındaki insan, neredeyse bütün uzuvlarının gözlerini oraya dikmiş, alın, kaşlar, göz, burun, yanaklar, omuzlar, göğüs, karın boşluğu, velhasıl varoluşun cisimleşmiş hali olan bedenin her ayrıntısını ona adayarak bakmaktadır. Bir anlamda nesne özneleşmiş, özne ise nesne konumuna indirgenmiştir. Çünkü hareket eden cam ekran iken hareketi izleyen bizatihi insanın kendisidir. Mesele biraz da uğraştığımız, muhatap gördüğümüz şeylerin nesnesine dönüşmektir. Bilinç nesneye durduğu an donuklaşmakta, donuklaştığı an hipnotize edilerek baktığı şeyin talimatlarına uymakta ve onun tarafından yönlendirilmektedir. Bilgisayarda sanal oyunlar oynayan bir çocuk, yenilgi hissiyle hüngür hüngür ağlamaktadır, televizyon seyreden bir genç, ekrandakilere kızıp durmakta, bağırıp çağırmaktadır. Sanki olmayan bir şey, önce varolduğunu onaylatmış sonra da yüksek perdeden talimatlar ile bilinci çığırından çıkarıp hallaç pamuğu gibi savurup atmaktadır. Bugün dünyaya yayılan kötülük ekranlardan göz çukurlarına, oradan beyne ulaşmakta ve sınır tanımaksızın rastladığı her bedenin derisinin altına yerleşip umulmadık anda dışarı çıkarak eyleme geçmektedir. Dünyayı yakıp yıkmak için robotları veya sayborgları beklemeye ne hacet? Geriden öyle bir nesil gelmektedir ki bir robotun talimatla yapacağı her türden kötülüğü içsel devinimiyle, ruhunun derinliklerinden yükselen devasa dalgalarla zaten kendiliğinden yapacaktır.
Dijital çağda direktif yukarıdan, gökyüzünden değil, aşağıdan insanın beyninden de değil hatta, camın öte tarafından, doğrudan ekrandan gelmektedir. Nesneyi kullanan parmaklar direktifi beyinden değil camın öteki tarafından alıyorsa o parmağın bize ait olduğunu kim söyleyebilir ki? Parmaklar tuşlara dokunduğu anda dijitalin şehvetine kapılmakta, otoriteyi camın öteki tarafı kurmaktadır. Nesne kanun koyucu olmaya başlamışsa öznenin itaatten başka çaresi kalır mı?.. Annesinin sesini duymayan çocuğa niye kızalım ki? Eline tutuşturulan cep telefonundan yükselen gürültüden anne sesini nasıl duysun çocuk? Geleneğin sesini kısan gençlere niye kızalım ki? Ekmekten önce ekranlar tutuşturduk ellerine? Ve dünya şimdi elbette geçmiştekinden çok daha katı, çok daha camlı, çok daha ruhu kesip biçen aletlerle dolu… Üstelik artık hayatın akışına yön veren bilgelik denizleri değil sanal dünyanın ta kendisidir. Üstelik artık insanlar güne güneşle değil, ekranların açılmasıyla uyanıyor ve gökyüzü yerine cam ekranlar selamlıyor gözlerinin retina tabakasını. Hal böyle olunca dünya küçülüp küçülüp ekran, ekran büzüşüp büzüp cam, cam büyüyüp büyüyüp can almaktadır. Bütün mesele mesafe ayarlamaktadır. Mesafe ayarlamak, parmağının ucundaki tuşa dokunmadan önce derin bir nefes almak ve belki de artık ona dokunmaktan vazgeçmektir. Dijitale açılan her tuş, ruhu kapatan bir düğmeden başka ne ki? Derin bir nefes alıp sağ işaret parmağının yönünü bir kez daha düşünsek mi?..