Dolar (USD)
35.06
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2957.39
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Dijitale Karşı Mahremiyeti İnşa

Mahremiyet değerle ilgilidir. Güneş sisteminde atmosferi olan tek gezegen dünyadır ve ona canlılık bahşeden de mahremiyet… Atmosfer öteki bütün gezegenlerden farklı olarak kuşattığı dünyayı dışarıdan gelen tehditlere karşı korumakla kalmaz, aynı zamanda onun varlık sebebine de dönüşür. Koruyucu zar merkezdeki varoluş çekirdeğinin yeşermesinin de vazgeçilmezidir. Bu, aslında neredeyse bütün canlılar için geçerli olan bir kuraldır. Merkezdeki özün yaşam bulabilmesi ve sahip olduğu canlılığı süreklileştirebilmesi için kabuktaki zarın içeriyi korumaya ihtiyacı vardır. Kabuğu çatlamış tohum küflenir. Cildi yarılmış ten çürür. Cilt teni, ten eti, et damarı korur ve beden sağlığı ancak böylece varlığını sürdürür. Kabuk dokunun zedelenmesi hastalık belirtisidir. Ruh için de böyledir kuşkusuz. Bakışlar ve cümle, kabalığı örterek insanla hayvan arasındaki çizgiyi belirginleştirir. Bitkilerde, hayvanlarda ve insan vücudunda yüzey doku içeriyi korumakla görevlidir. Yeşertinin olmadığı toprak cansızdır. Nemini yitirmiş deri dökülür. İnsan söz konusu edildiğinde ise irade devreye girdiği için koruyucu mekanizma ikincil bir alan yaratır kendine: Beden için örtünme, ruh için mahremiyet duygusu… Gerçi bitkilerin kabuğu soyulduğunda da önce gövde sonra dallar büzüşmeye ve kurumaya başlar; hayvanların derisi zedelendiğinde de yara iltihap alır ve canlı dokular çürür. Bedensel korunma insan vücudunda ikincil bir boyuta taşınır ve deri yerine elbise koruyucu bir işleve bürünür. Ruhun korunması ise ketumiyetle sağlanır ve ifşaat ruh zedelenmesinin birincil sorumlularından biridir.

İşte tam da burada mahremiyet devreye girer ve bir bakıma dijital dünyanın “ifşacı” karakterine en büyük darbeyi o vurur. Modern ve postmodern dünya insan ile dışarı arasındaki sınırı belirsizleştirmek, silikleştirip ortadan kaldırmak için içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye nüfuzu engelleyen duvarlar yerine cam teknolojisini getirmiştir. Postmodern mimari tamamıyla mahremiyeti belirsizleştirme üzerine kuruludur. Bireysel ve aileye yönelik mahremiyet çizgisinin tahribinde ve içeri ile dışarı arasındaki binlerce yıllık ayrımın devre dışı bırakılmasında söz konusu mimari anlayışının da gözle görülür bir yeri vardır. Onun bir devamı ve türevi olan dijital dünya ise ruhumuz ile dış dünya arasındaki sınırları kaldırmış, kişisel bloklar ile feysbuklar üzerinden mahremiyet yıkımlarını kendi ellerimizle gerçekleştirmemizin ortamını hazırlamıştır. Yeni mimari cam duvarlar eliyle aileyi görünürleştirirken dijital teknolojide hala içeride yaşayan insanın içindeki mahremiyeti dışarıya aktarmaktadır. Elbette mahremiyet deyince sadece insanın çıplaklığını ortadan kaldırmak için giydiği elbiseleri ya da aile hayatı bakımından evin içine çekilmiş olmayı kastetmiyoruz. Bu süreçlerde yüzey tabaka ile buluşmayan bütün özler mahremiyet yıkımına uğramıştır. Bu yönüyle bakıldığında yakın zamana kadar dünyanın atmosfer tabakası nasıl bizi koruyor idiyse, cildimiz de organlarımızı, sükutumuz da iç dünyamızı öylece koruyordu. Dijital dünyanın hayatımıza girmesi ile atmosferin delinmesi eş zamanlı bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu, sembolik anlamda ileri modernist teknolojilerin yüzey tabaka üzerindeki yıkıcı etkisini göstermesi açısından oldukça manidardır. Atmosferin delinmesi, koruyucu tabakanın incelmesine yönelik tedbirler ile insan ruhunun delinmesi ve mahremiyet çizgisinin zayıflamasına yönelik tedbirlerin bir arada tahayyül edilmesi gerekmektedir. Atmosferi yeniden kendi ritmine kavuşturmak için naylonla, plastik üretimlerle, tek kullanımlık teknolojilerle mücadelede başvurulun “az tüketme” mantığının; çok ve gereksiz konuşmak, dedikodu yapmak, düşüncelerini rastgele, uluorta saçmak, eylemlerini amaçsızca gerçekleştirmek, iç dünyasını bilgisayara taşımak, internet üzerinden mahremiyetini sessizce pazarlama konusunda da egemen olması gerekir. Değilse, dünyanın atmosferini kurtaran insanlık, ruh göklerini sonsuzcasına yitirmekle karşı karşıya kalabilir. Ruhumuzun gökyüzü dünyamızın gökyüzünden daha değersiz olmadığına göre atmosferi kirletmekten sarfınazar ederken ruhumuzu kirletmeyi niye marifet bilelim ki? Üstelik bu tehdit dijital teknolojinin muhatabı, nesnesi, yenilgi öznesi olan bütün insanlar ve medeniyetler için geçerliyken ve önlem alınmadığı takdirde genetik aktarım üzerinden sonraki nesilleri de zehirleme potansiyeli taşırken...

Dijital araçların neredeyse hepsinin ortak gayesi ruh, beden, dünya ve hayata dair ne varsa yüzey yapılarını aşındırmak, tahrip etmek, çatlatmak ve zehir için koruyucu zar işlevi gören kabukların çatlaklarından içeri küf sokarak özü parçalamak gibi görünmektedir. En nihayetinde varoluşun birincil muharrik gücü özün tahkimidir ve özün kendini oldurmasının sonucu olarak yeşerme kendini ortaya koyabilmektedir. Yine bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak sağlıklı bütün yapıların yüzey yapıları da kuvvetlidir. Cilt mahrumiyeti, ki buna mahremiyet çizgisi diyoruz, ya bir tamamlanmamışlığı ve eksik kalmışlığı ya da bir hastalığı ihsas eder. Her iki durumda da öz sahipsiz kalır ve canlı oluşa dair koruyucu tabaka yokluğundan ya kuruluk ya da ölüm kaçınılmaz hale gelir. Şeffaflığa bu kadar prim tanıyan bir medeniyetin yüzey yokluğunda daha ne kadar ayakta kalabileceği tartışmalıdır.

Oluş içeriden dışarıya, bozuluş ise dışarıdan içeriye hareket eder. Tohumun varlık alanı en gizil yerde, en merkezde ve yüzey tabakaya en uzak yerde durur. Bu bir güvenlik önlemidir. Yüzey tabaka ile yeşerti alanı arasındaki tahkimat ne kadar kuvvetliyse çekirdeğin tehdit edilmesi de o kadar zordur. Doğu dünyasının mahremiyete önem verişinin altındaki en temel gerekçe budur. Nasıl ki kale inşasında kapılar berkitilir ama yine de yönetim en korunaklı merkez noktaya inşa edilirse, beden ve ruh kalesi de mahremiyet duvarıyla örülür, sükut kapısıyla kilitlenir ve inanç yönetimiyle idare edilir.

Doğu ile Batıyı birbirinden kesin sınırlarla ayıran mahremiyet ile ifşaatta şimdilik kazanan ifşaat gibi görünüyor. Artık şehirler kale duvarlarıyla korunmuyor, iç kaleler şehirlerin iğreti montajlarından başka bir anlam taşımıyor, akşam karanlığında beliren tehditler için kale kapıları kapanmıyor. Tehdit ve tehlike şeffaflaşan dünyada her yerde ve her taraftan yol bulup bir şekilde vücut ve ruh kalemizi içeriden rahatlıkla çökertebiliyor. Bu mücadelenin tılsımlı kelimesi ve ağır topu ise dijital üretimlerdir. İçimizdekileri önce dışarı taşıyarak sonra da dolaşıma sunup pazarlama nesnesine dönüştürerek dijitalite bizden mahremiyetimizi istiyor. Bizi bizden istiyor, bizi, insanlığımızı, insan oluşumuzu, insan duruşumuzu… Ekranla karşılaşınca ağzı sulanan her özne kaçınılmaz olarak ayartı nesnesine dönüşmüş demektir. Parmak uçlarımızdan ekrana yönelen her cümle ruh elbisemizin biraz daha eprimesi, ona emanet ettiğimiz her düşünce bilinç kabuğumuzun biraz daha yıpranması ve çürümesi demektir. Ruhun çürümesi, bilincin yıpranması, iradenin büzüşmesi bir geriye gidiş, hatta belki bir hayvanlaşmadır. Mahremiyeti sıfırlanmış bir insanın hayvandan farklı olduğunu kim söyleyebilir. Ama tereddinin kötü bir huyu var: Bir kez başladı mı durmaz. Yukarıdan düşmeye başlamış nesne gibi, alçaldıkça daha hızlı hareket eder üstelik. Dijitalenin her çağrısına yanıt vermek düşüşü biraz daha hızlandırmak demek ve ruhun yere çarpmadan önce esneyip yumuşak geçiş yapacağı hiçbir mekanizma yok ne yazık ki! Geriye tek bir yol kalıyor: Mahremiyetine sahip çıkmak… Yıkılan bütün barajların suçlusu birkaç damlalık sızıntıdır çünkü, sızıntıyı durduramayanlar, duvarlar yıkıldığında selin önünde birer oyuncak olmaktan kendilerini nasıl kurtaracak?