Dijital Çağ (1)
Her çağ kendi araçlarını üretiyor, kendi ilişki biçimlerini dayatıyor ve kendi bakış açısını kuruyor. Bu da öyle… İçinden geçtiğimiz süreç artık kendisinden önceki bütün süreçlerden neredeyse tamamen kopmak üzere. Handiyse başka bir dünyanın insanları istila etmişçesine değiştirdik dünyayı, neredeyse başka bir dünyadan gelmişçesine değiştik. Bizden öncekiler, hasbelkader birkaç günlüğüne mezarlarından doğrulup şöyle bir temaşaya başlasa akılları çıkar, gözleri yerinden fırlar. Dünya devasa bir tımarhaneye dönmüş, yerlerinize!.. Son otuz yıllık değişim, kendisinden önceki binlerce yıllık değişimden çok daha dramatik sonuçlar doğurdu. Öncesinde belki sadece değişiyordu dünya, son dönemde ise bağlamından büsbütün koptu, bağını kopardı insanlıktan ve hızla bilinmeyen bir geleceğe doğru savruluyor. Yaşadığımız bunalımların altında biraz da bu savrulmanın, savrulma duygusunun payı var elbette.
Dijital çağda yaşıyoruz. Hemen her şey başladığı an bitiyor. Dünya küçüldüğü için ömür kısaldı. Göründüğü an kayboluyor insan. Sanki kaybolmak için beliriyor ışık, susmak için ilerliyor ses, durmak için harekete geçiyor cisim. Her eylem, doğrudan yokluk tarafından emiliyormuşçasına yitip gidiyor uzayın herhangi bir noktasında. Ölüm, hayatın üstüne abanmış ve nefes alıp veren her şeyin özünü emiyor. Ölümün gölgesi dolaşıyor doğal olan her şeyin üzerinde. Yapaylık alabildiğine moda... Gözle görünmeyen, uğursuz bir şey, fark ettirmeden varlıkların içini dışarıya çıkarıyor. İçeride kalması gereken, deri tabakasıyla korunması gereken dışarıya, kurumaya terk ediliyor, dışarının sertliği yumuşatılarak bin maharetle içeriye benzetilmeye çalışılıyor. Mahremiyetin yerini görünürlük, aşikar olması gerekenin yerini ise gizli kapaklılık alıyor böylece ve her şey olması gerekenin tersine bürünüyor. İyilikler bin şaşaayla duyurulurken kötülükler iyilik elbisesinin arkasına gizlenerek yapılıyor. Sanki yaşlı doğuyor, genç ölüyor insanlar. Meyveden sonra çiçek veriyor ağaçlar. Doğurma yerine klonlanarak çoğaltılıyor hayvanlar. Genlerle oynanıyor, genler değiştiriliyor, her şeyin mayası bozuluyor bu çağda. Elbette insanın da…
Kablolar arasında, radyoloji eşliğinde, cam ekranlar altında doğuyor insan. Bütün yolculuğu da bunlar tarafından çevrelenmiş olarak devam ediyor. Üstelik bunlar onunla gelen doğal özelliklerin hepsini bir çırpıda soğuruyor, hareket kabiliyetini elinden alıp robotlaştırarak kendini onun yerine ikame ediyor. İnsanların ruh tahlillerinde artık doğanın nesneleri kadar dijitalitenin varlık alanı da hesaba katılmalı. Ve vücut artık yarı yarıya metalik, ruh yarı yarıya mekanik… Tenin yanında plastik cerrahi, kemiğin yanında protez, damarın yanında stent duruyor. Tıpkı aşkın yanında ihanetin, sevginin yanında hüznün, gücün yanında yumuşaklığın, güzelliğin yanında çirkinliğin bulunması ve bu ikisinin ansızın yer değiştirmesi gibi. Kolay elde ediyor, kolay tüketiyor, kolay yoruluyoruz. İçimizdeki yaşama sevinci yerini yaşama konforuna bıraktı ve artık bir zamanların masalları, hikayeleri yok. Elbette hayata karşı duyduğumuz heves de… Önce bilim, sonra teknoloji şimdi de sanat ve edebiyat nasibini aldı bundan; bu tasarlanmış, yapay dünyadan. Bir zamanların bakır kapları, kalaylı sinileri, ahşap kaseleri nasıl tedavülden kalktı, yerine “kullan at” kartonları geçtiyse cümlenin de altını, gümüşü, bakırı, dizesi, bercestesi, kelamı kibarı kalktı yerine aforizması, dijitali, “aynen”i geldi.
Önem sırası kayboldu, hiyerarşi kayboldu, nesneleri ve insanları birbirinden ayıran sınırlar silikleşti, her bir kavramın kendine özgü hususiyetleri suya tutulmuş boyalar gibi akıp gitti, geriye birbirine karışmış, birini diğerinden ayırma imkanı kalmamış sayısız halita var. Hayat geçici tatmine; ciddiyet asık suratlılığa; sevgi paketlenmiş, jelatinli donuk eylem kalıplarına tahvil olunmuş...
Bütün bunların arasında, çok değil, yüz yıl öncesinde bile dimdik ayakta duran karakterler de eriyip gidiyor. Geçmiş yoklaştırıldı, gelecek kötürümleştirildi, geçmiş ile geleceğin gölgesinde kendine yer bulan insan için sadece solgun şimdiler var artık ve tutunacağı tek bir dal yok.
Konuya yarın kaldığımız yerden devam edelim inşallah.