Destekle köstek arasında sanat ve sanatçı
En başta sanatçılar, bir sanık sandalyesine değil elbette, tatlı bir masumiyet sandalyesine oturmalı ve bize bu sanatı üretirken kalplerinden geçen amacı fısıldamalılar. Hoş; ürettikleri üzerinden bu fısıltının orkestrasını kurmuş oluyorlar. Ürettiklerinin niteliği bu sorunun cevabını net bir şekilde ortaya koyuyor zaten… Fakat yine de sanatçının titreyen ve ince bir sesle eseri, az veya çok bir kitleyi etkisi altına alan rüzgarı, kalbini ıslayan yağmuru hakkında bir izahı, savunusu için insanlıkla göz göze gelebilmesi gerekir. Belki de en başında akla gelen gibi; bir sanatçı ürettiği eseri üzerinden cesurca ve gözlerini kırpmaksızın bakışmaktadır, insanlıkla…
Bu süresiz bakışma halinde kim önce yenilecekse, kim
bakışlarını yere indirecekse artık… Sanatçı mı? Muhatap alan ve muhatap olanlar
mı?
Kimi baş eserler iri gözlerinin içinden bakış açılarındaki
sağlamlığı olağanüstü bir estetikle çakarlar bütün bir dünyaya… Dünyanın gözü
de o eserlere çakılır kalır. Böyle bir eseri, eserleri üzerinden bir defa bile
gözünü kırpmadan bütün insanlığa bakabilen ve hep bir bakış sunan sanatçılara
ne mutlu!
Bir sanatçı dünyaya hem yüz çevirir, hem de dönüp bakar,
uzun süre bakışır. Yine bir sanatçı toplumuna hem yüz çevirir, hem de yüzünü
döner. Toplumuna yüz çeviremez. Her insan kadar olan sorumluluk çıtasını, öz
bilinci yüzünden yerinde-göğünde duramayışı ve aşkınlığıyla daha bir
yükseltmiştir. O öyle sanmaktadır artık. Öyle inanmaktadır. Herkese karşı
herkesten çok sorumludur.
Bu sorumluluğu nasıl ifade edebiliriz?
Ve sınırlarını nasıl çizebiliriz?
Sanatçı insanlığa, hitap edebildiği kadar çevresine karşı
sorumludur fakat bu sorumluluk onun özgür üretimine bir sınır getirecek şekilde
ve oranda olamaz. Böyle olduğu zaman sanat ve üretim diye bir şeyden
bahsedemeyiz. Olabildiğince çok onay alma hedefi bir siyasi oluşumun en çok oyu
alma hedefi ile aynıdır. Sanatçı ve eseri bakımından hedef olacak kıymette
değildir. Öte yandan olabildiğince çok sayıda insanı şaşırtan, makam olması
şart olmamakla beraber bir hayrete düşüren (hayret makamı) olmayı arzu eder. Belki
de en başından başlayacaktır. Şaşırmayı öğretmeyi hedefleyecektir. Bu açıdan
içinde yaşadığı toplum bir sanatçının hedef tahtasını, nihayet ufkunu da
belirleyen midir sorusu çıkıyor karşımıza. Bu bakımdan bir yazıyı ilk sorusunun
cevabı çizgisinde ele almak ve bu şekilde bitirebilmenin ne kadar zor olduğunu
da itiraf etmeliyim. Hemen her satırın ardına takılan sayısız cüretkar soru,
bir kamyonun son durağına kadar arkasına abanan yalın ayak arsızlığa benziyor.
Çerçeveciliğe dönersek; bu şartla sunulan imkânlarda, daha
açık olursak, bir çerçeveyi -neredeyse kurumsal, çok kurumlu bir logoyu
diyeceğim- sunmak, savunmak, reklam etmek amaçlı sunulan imkânlarda üretilen
şeyler eser olamaz. Esinti, ilham, o özgür rüzgar baştan kesilmiştir zira.
Sanatçının kuşu küstürülecek derecede pencere kapanmış, perdeler çekilmiştir.
“Burası bütünüyle senin! Sonuna kadar üret!” Denmiştir bile. Hakikaten bir sonu
vardır o üretimin. Sonsuzu yoktur. Bunu geçelim.
Geçmeden önce şunu da söyleyiverelim. Mesela karşıtlarının
ürettiklerini ideolojik/çerçeveci bulup kınayan kimi sanatçıların, her
ürettiğinin bir o kadar ideolojik/çerçeveci olması hep dikkatimi çeker.
Dindar'ın ürettiği vaaz, dindar olmayanın ürettiği ise propaganda tadında olur.
İkisi de sası.
Aksine bir çerçeve içine sığmayan, o çerçeveyi zorlayan ve
sorgulayan ve özgürleştirendir. Gerekirse kıran ve yepyeni bir çerçeve
sunandır. Çerçevenin gerçekte ne kadar gerektiğini yeniden düşündürebilendir.
Bütün bu didinme insan özünün sıkışması ve benliğini
sorgulayan herhangi birinde, binde birinde, sanatçıda patlayarak ortaya
çıkmasıdır.
Herhangi bir sanat eserinde bir insan benliğinin kendi
gizeminden, iç uzayından gün ışığına çıkışını izleyebiliriz. Bir dil, bir
üslup, bir form veya ses olarak. Neyi nasıl üretmiş ise… Hem benliğin, hem de
benlik ile eser arası bir sıkı ilişkinin ortaya çıkardığı şey sanat eseridir.
Benlik doğumları olarak da bakabiliriz eserlere. İnsanın kendi içinden kopmuş
ve ondan bağımsız halde var olmuş bir başka dünya olduğunu söyleyebileceğimiz
bu şey; sanatçının iç dünyasıdır.
Mahremdir. Böylesine mahrem bir devinimi bütün insanların
göz önüne, hem de bir parça sükuna ermiş ve bir bedene kavuşmuş halde sunanın
cesareti nasıl bir cesarettir…
Sorun yoktur! O zaten insan doğmakla bir bu tohumu varlığında
hissetmiş, sonraları derinleştirmiş, kökleştirmiş ve insan olma ereğini ufkuna
giyinmiş biridir. Olağanüstü sorumlu! Sıkı bilinçli! Hemen her insana, görmek
isteyene, görebilene “nasıl olunur”’u göstermeye durmuştur. Buna yeltenmiştir. Cesaret göstermiştir.
Sanatçı olmak coşkusuzluğu coşturmuş ve ters akan bir
nehirde herkesten önce ve belki de tek başına yüzmeyi göze alarak o nehre
atılmaktır. Suyun düzensiz akışı,
aslında gerçekte akmayışı ile boğuşmak. Suyun, akışın, gidişatın, ya da çakılıp
kalmanın, değişmemenin, dönüşmemenin dikkatini çekmek. Suya ahenkli bir yol
alışın yönünde, asil bir akış fikri vermek belki…
En çok ta güzergahta sıklıkla karşılaştığı kösteklere
bilhassa teşekkür etmelidir sanatçı. Çünkü bir köstek müthiş bir şekilde destek
potansiyeline sahiptir. Her engel daha bir özgünlüğü getirir. Aşılmaya
çalışırken üretimin kendi zirvesine tırmanışını ve daha da özgünleşmesini…
Çünkü sanatçıya destek diye sunulan şey; -istisna hariç-
çoğu zaman kocca bir çerçevenin ona “Hoş geldin güzel insan!” demesi ile
aynıdır. Herkes iyi bilir ki bu hoş karşılama sanatçının ufkunu boşaltmaya denk
gelmektedir.
Belki de sıranın dışına çıkanın yadırganması, dışlanması ve
ancak şaşırtması durumunda desteklenmeye, eh işte bir parça alkış ve karşılığa
layık görülmesine alışmış bir toplumda olunduğu için böyle bir cümle
kurulmuştur. Belki de desteklenmeye hiç alışık olunmamanın sonucunda böyle
teselliler bulunuyordur. Hem de en afilisinden. Bir kösteğe, evet hem de bir
kösteğe; sanat eserini özgünleştiren bir destek olarak bakacak kadar…
Sanatçıyı bu kadar engel seviciliğe iten bir dünya, bir de
destek ve imkân sunmayı “denemeyi” denemelidir.