Dergiler ve Hayat
KALEYDOSKOP
Eskiden mecmua derlerdi, sonra dergi oldu adı, şimdi süreli yayın… Mecmua, belli bir yetkinliği olan metinlerin cem edilmesi, bir yerde, bir mahfilde toplanması, kağıt üzerine basılmasını ihsas ediyordu. Her durumda, mecmua yazarları içinde profesyoneller kadar gençler de vardı ve edebiyatın nabzı, güncel nabzı yeni ile eskiyi, iyi iye kötüyü, amatör ile uzmanı bir araya getiren tarifsiz bir edebiyat ormanında atıyordu. Adı dergiye dönüşünce de çok şey değişmedi aslında. Dergi, toplamaktan ziyade ‘dermekten’ gelir. Bir ürün belli bir kıvama gelince derilir… Bir eser belli bir edebi dokuya ulaşınca dergiye verilir. Böyledir. Süreli yayın ise ilk ikisindeki edebi kaymağı, edebi aurayı alıp götürdü. Süreli, kesintisiz ve yayın kelimelerinin ne içeriğinde ne de çağrışım alanında hiçbir edebiyat usaresi görünmüyor. Belki bu yüzden süreli yayın tabiri sanat ve edebiyat yazılarının dışında kalan, daha mekanik, daha akla dayalı, daha sanattan uzak, bilgiye, bilime yakın yazıların toplandığı yer anlamında kullanılıyor. Öyle ya da böyle, bir dergi deyince benim aklıma hep sanatın, edebiyatın, kültürün yağ tabakası, kaymağı, ışığın yansıdığı yüzey kısmı gelir. Tıpkı kalbin pompaladığı temiz kanı kılcal damarlara ulaştırıp vücudu esenlikte tutan ana damarlar gibi.
Her çağ, zihniyetini kurarken kendi araçlarını da belirliyor. Postmodernizm hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatı da orijininden kopardı, orijinalinden alıp yapaylığın, sıradanlığın kucağına attı. Edebiyat artık her yere dağıldı ama ona rastlayan çok az. Kitap gibi, okuma eylemi gibi, dergiler de bu çağın gerisinden mahzun gözlerle bakan kayıp nesillere benziyor. Boynu biraz bükük. Bütün bu sıradanlığın içine girmek istemiyor aslında, hoş, girse bile kim yüzüne bakacak? Ama yine de tarihi eserler gibi sağa sola saçılmış, birbiri arasındaki bağ kopsa bile bulunduğu yerden değeri parıldayan birkaç yürek, birkaç taze nefes, birkaç edebiyat gönüllüsü çıkıyor memleketin her bir yerinde. Belki bu köhnemiş, çığırından çıkmış dünyayı kendine getiremeyiz ama en azından biz kendimize gelebiliriz diyorlar. Günümüzde dergi çıkarmak, dergi çıkarmaya devam etmek, bir şekilde dergiyle iletişim kurmanın mantığı da biraz bu galiba. Dünya ne yaparsa yapsın, toplum nereye giderse gitsin biz kendimize yakışanı yapalım, dergi çıkaralım, dergi konuşalım, dergi okuyalım… Tıpkı hala Batı virüsunun kirletemediği temiz kalmış dağlar, dağ etekleri ve onların yamaçlarına kurulmuş az sayıdaki mekan, o az sayıdaki mekanın içindeki bir avuç insan gibi…
Bana gelince... Öyle görünüyor ki dergicik ruhumda var ya, pek çok şeyde olduğu gibi hayat onunla da arama ciddi mesafeler koydu. Tutkuyla başlayıp sonunu getiremediğim kategoriler arasına dergi sahipliği, dergi yazarlığı ve dergi okurluğu da girdi. 2000’li yılların başına kadar vaktinin pek çoğunu dergiye ayıran şahsım belki biraz da dijital dünyanın etkisiyle savrulup gitti.
Liseyi bir ilçede okudum. O vakitler Ankara’ya, İstanbul’a nispeten uzak bizimki gibi ilçelerin gazete bayilerine edebiyat dergileri gelmezdi; belki biraz da bu yüzden, edebiyat merakımı gazetelerin edebiyat sayfalarıyla giderirdim. Lise üçte, bir derginin, kendisini görmediğim bir derginin açtığı deneme yarışmasında birincilik ödülü kazandım, dergiyi aldım ama nasıl olduysa ödülümü alamadım. Üniversite yıllarında Mavera’da yazdım, kendi imkanlarımla üç dergi çıkardım: Kardelen, Söğüt Edebiyat Notları, Serzeniş… İlk ikisini tek başıma ve bütün yazılarını, çevirilerini, şiirlerini ben yazarak, ötekini iki arkadaşımla beraber çıkardık. Uzun soluklu olamadılar belki ama çıktıkları dönemde, benim için dünyanın en güzel şeyiydiler. Tek tek, kendi elimle dağıtıp satıyordum. Birincisi üç, ikincisi yedi, üçüncüsü iki sayı çıktı. Bazısının nüshası bile yok bende, ama anıları olduğu gibi duruyor. Asistanlığımda da devam etti dergicilik, adlarını sayamayacağım kadar çok dergi çıkardı öğrencilerim, hepsine destek verdim, yazı yazdım. Kendi adıma ve sahibi olduğum Edebi Düşünce dergisi de yine altı sayı çıktı ve onun sayıları yüklü miktarda duruyor. Ne olduysa oldu, 2000’lerle birlikte dergilerle arama mesafe girdi. Belki duygusallığımı yitirdim, belki dergiler yüzümdeki yorgunluğu görüp yanaşmadı, belki çağın vebası ekran girdi aramıza, bilmiyorum. İşin doğrusu, o gün bugündür düzensiz de olsa arada bir dergi aldığım oluyor, sayfalarını karıştırmaktan hala büyük bir keyif de alıyorum ya ne oldu bilinmez, artık eskisi kadar büyüleyici gelmiyorlar. Ya benim içimdeki alev söndü ya dergiler eskisi gibi sıcak değil… Bilemiyorum, ateş yanmadığına göre, belki de ikisidir…