Derdimiz devamızdır
Mekke’deyiz… Hac günleri… Has günler…
Cebeli Nur, Hira Dağının eteklerindeyiz…
Düşünüyorum, risalet öncesi Hz. Muhammed (sav) bu sarp dağın tepesinde neyin peşindeydi?
Herhalde dağcılık, avcılık, piknik, spor olsun diye değil…
Onun bir derdi vardı… Onu yola düşüren, derin derin düşündüren ve bu çetin yokuşları tırmandıran dert sahibi olmasıydı…
‘’Aldırma, bu dünya böyle geldi, böyle gider’’ demedi… Arayıştaydı… Dünyayı nasıl değiştirebilirim, arayışıydı…
Kuşkusuz yeryüzünün en dertli insanı Hz. Muhammed (sav) dir. Hira bunun kanıtıydı… Gelen vahiyle derdinin adı ve adresi belli olmuştu…
Dünyanın en büyük çilelerini, acılarını, dertlerini damıtarak ruhunda hisseden Efendimiz, Yüce Dosta (refik-i ala’ya) yürüyünceye kadar dertsiz bir günü olmadı.
Zulme, zulmete ve zillete karşı kesintisiz mücadelesini son nefesine kadar sürdürdü… İnsanlığın kurtuluşu en büyük derdiydi… Mekke’de şirk üzere ölen her bir insandan dolayı adeta o da ölüp ölüp diriliyordu… Kahroluyordu… Bir kişi daha kaybettim diye…
Demek ki, toplumsal sorumluluk bunu gerektiriyor… Sorumluluğu kuşanınca göreceksiniz ki, dertler kapıda… Sorumluluk arttıkça dertler dalga dalga yürür üstünüze…
Büyük insanların derdi de büyük olur… Ve insanın derdi kadar değeri olur…
Dert bizim için bir uyarıdır… Dertsizlik insana kendini unutturur…
Akıllı insanın mutlaka derdi olur… ‘’Neden bütün dertler beni bulur?’’ diye kahretmez, derdini kabullenir…
Fıtrat bozulmamışsa, vicdan kurumamışsa, kalp kasvet bağlamamışsa dert kaçınılmazdır…
İmanın olduğu yerde mutlaka imtihan ve iptilada olacaktır… İnsanlık damarımız kurumamışsa insanlığın derdi ile dertlenmek zorunda olduğumuzu fark ederiz…
İnsan yüreğindeki dertle yücelir… Ruhsuz, duygusuz, duyarsız, dertsiz mahlûkların ne değeri olabilir ki? Ya da tek derdi kendi olanın yeryüzünde bir kıymeti olabilir mi?
Kıvam için, kemal için, kulluk için, kurtuluş için dert lazım…
Ermek için, erdem için, ebed için dert diyoruz…
Dertler bizi yorsa da sonuçta bize yarar…
Dertlerimizi koruyalım, kaybetmeyelim… Derdimiz biterse biz de biteriz…
Derdimize ağlamayalım, ağırlayalım… Derdimiz dostumuz olsun…
Dertler bizi yaksın ama yıkmasın… Dertler bizi tutuşturuyorsa biz de tutuşturabiliriz…
Derdin tarifi neydi?
Hiç tanımadığın bir yüreğe düşen ateşi kendi yüreğinde hissedebilmektir…
Bildiğim kadarıyla çamurlaşan , çukurlaşan, çapsızlaşan, çirkinleşen insanların derdi olmaz…
Çağın en salgın virüsü, dertsizlik derdi… Dertsizlik, yani atalet, rehavet ve gaflet… Gamsız, tasasız, umarsız, gayesiz, dertsiz yığınlar… Ya da tek derdi konforu, kariyeri, koltuğu olan kalabalıklar da kalite beklenir mi?..
Hazcı, hazırcı, hiççi, bencil bireyler yeryüzünün bitik ve yitikleridir…
Diyorum ki, bir derdi olmalı insanın… Ve dertlilerle birlikte olmalı insan…
Bir de neleri dert edindiğimize dönüp bakmalıyız…
Öncelikli derdimiz nedir?
Dünya mı, ukba mı? Heva mı, dava mı? Çıkar mı, değer mi?
Derdimizin sınırları veya kapsam alanı nereye uzanıyor?
Kudüs, Arakan, Yemen, Afrika neye tekabül ediyor?
İnsanlara dersten önce dert lazım…
Çünkü derdi olanın sözü, soluğu, söylemi, eylemi, seferi, siperi, mevzusu, mevzisi, itirazı, isyanı, iradesi olur…
Dert söyletir, öğretir, eğitir… Yeter ki derdimizi sevelim…
Davamız derdimiz olursa, derdimizde devamız olur…
‘’Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir’’ diye buyuruyor arzın en dertli insanı…
Bir derdimiz olacaksa, o da; İslam ve Müslümanlar olsun…
Allah dertsiz komasın…