Depremin teolojisi
Geçen yazımda depremi daha çok
sosyolojik bakımdan ele almış ve sosyal bilimlerin deprem ve afetlere daha çok
ilgisinin önemini arz etmişti. Yazıyı bitirirken yeni bir “toplumsal akıl”
kurmanın zaruretinin altını çizmiştim.
Doğrusu “toplumsal akıl” kavramının tüm
içerimleriyle birlikte bir teoloji demeye geldiği saptamasını öncelikle burada
belirtmeliyiz. “Toplumsal akıl” kavramını, bir toplumun kültürü, sorun halletme
biçimi, dün, bugün ve gelecek muhayyilesi, evreni, insanı ve dünyayı algılama
tarzı gibi içeriklerin tümünü kapsayacak şekilde kullandığımı belirtmiştim.
Bu tanımda üç önemli yapı
içerilmektedir. Birincisi, insanın kendisini, evreni ve dünyayı anlama ve
algılama tarzı. Dolayısıyla burada insanın Tanrı-insan ve tabiat ile kurduğu
ilişki biçimini düşünmekteyiz. İkincisi, bu anlama biçimine bağlı olarak
sorunları ele alış ve çözümleyiş şekli. Üçüncüsü de, bir gelecek tahayyülünün
dün ve “an”a bağlı olarak nasıl şekillendiği; hatta bir gelecek tahayyülünün
olup olmadığı.
Daha önceki bir makalemde
teolojiyi şu şekilde açımlamıştım; “Bir dinin kurucu metinlerinin kültürel,
siyasal, ekonomik vb. tüm sorunlar karşısında ve onlarla ilişkileri içinde
tarihteki açılımı ve bu haliyle bir sorun halletme biçimi olarak dünya
görüşüdür. Bu anlamda teoloji tarihsel süreçte değişebilir özelliklere sahip
olup dinamiktir. Zira kurucu metinlerin her dönemde tarih ve kültürle kurduğu
bağlantıda kendisini bir dünya görüşü olarak yeniden açar. (Bkz. İlahiyat’ın
İnsan Krizi)
Gerçekten depremle
birlikte büyük bir acı yaşanmıştır. Bu acıyı daha da artıracak polemiklerden
uzak durmak gerektiğini düşünmekteyim. Fakat 1999’dan bu yana en azından iki
depreme şahit birisi olarak şu hususların altını çizmeliyim. Birincisi, elbette
depremden sonra arama kurtarma, ihtiyaçların temini gibi adımlar öncelikle
atılacaktır. Fakat çoğunlukla 1999 depreminin sonuçlarıyla meşgul olunmuş;
sözgelimi yeni bir teolojik inşaya girişilmemiştir. Bu, bir anlamda insanın Tanrı
ve evren ile ilişkisini nasıl kuracağına dair felsefesini belirginleştirmesi ya
da yeniden gözden geçirmesini içermektedir.
Doğrusu yaşanan bu
depremin ardından tartışmalara bakıldığında yine benzer durumun varlığını koruduğu
gözlemlenmektedir. Tabii bu konuda bir gelişme olup olmayacağını zaman
gösterecektir. Her şeyden önce anlıksal çözümleri bırakarak bu minvalde insanın
tanrı, insan ve tabiatla ilişkisini yeniden kurma zarureti hasıl olmuştur.
Bir kere Tanrı ve tabiatla
ilişki diğer boyutuyla Tanrı ve tabiat ilişkisi demektir. Tanrı insan ve
tabiatla buraya yerleştirdiği ilkeler üzerinden ilişki kurmaktadır. Dolayısıyla
insan bu ilkelere aykırı davrandığında, Tanrı’dan bir koruma beklemesi sonuçsuz
bir davranıştır. Bu ise Tanrı ile yanlış bir ilişki kurma biçimidir.
Tam da bu noktada insanın
fenomenler dünyasına dair ürettiği bilgiler ve bu ilkelere uygun davranışları
ile dünyayı inşa etme çabası önem kazanır. Dolayısıyla jeoloji, mühendislik vb.
bilimler çerçevesinde bir şehir inşasına girişilmelidir. Üstelik bu inşa
tabiatı yok ederek gerçekleşmez.
Voltaire deprem
sonrasında Candide isimli kitabını yazmıştı. Bu kitapta kötülük problemini
tartışmıştı. “Kötülük” problemi her dönem tartışılmaktadır. Fakat
unutulmamalıdır ki, Tanrı tabiatı insana anahtar teslim sıfır olarak verdi.
Tabiatı bu hale getiren ise insanın kendisidir. Dolayısıyla önce bu felsefe
üzerine düşünerek ve geleceğimizi nasıl kuracağımıza dair düşünsel bir zemin
oluşturarak başlayabiliriz. Bu yeniden ümitlenmek için bize heyecan verebilir.