Depremin ardından
Bayram vesilesiyle çocukluğumun, gençliğimin, hayatımın kozasının örüldüğü, kaderimin omurgasının sertleştiği memleketime, Gölbaşı’na, Gölbaşı’ma, Gölbaşımıza gittim. Şehrin tepesinden ötelere, Torosların uzantısı Nurhak dağlarına, Beydağları’na baktığım terastan bir daha uzaklara, dağın da sisin de karın da ötesine dalıp gittim. Bir kez daha şehre, sabahları hayatın sanki yeniden başladığı kırmızı tuğlalı evlerine, o evlerin arasından dal gibi uzanan yeşil ağaçlarına baktım. Bir kez daha öğleleri göle, gölün günün farklı zamanlarında rengini değiştirdiği yeşil, gri, koyu mavi sularına; ikindileri camilerinden ezan yükselen minarelerine, akşamları ipil ipil yanıp sönen sokak ışıklarına, pencerelerden dışarı sızan sarı-sıcak lambalarına; geceleri huzurlu bir sessizliğe gömüldüğü için yıldızlarının sesine kulak verdiğim o eşşiz mekanlara baktım ama göremedim. Yoktu, hiçbir şey yoktu, bunların hiçbiri yoktu. Hepsi sanki elbirliği etmişçesine şehrimi terk etmiş, bilinmeyen diyarlara, bir daha gelmemek üzere gitmiş, yerine ateşten geriye kalan soğuk küllerini bırakmıştı.
Ertesi gün derin
hüzünler eşliğinde ve tarif edilmez korkularla arabaya binip caddelerini gezmek
için tepeden aşağıya, göl havzasındaki mahallere indim. Şehir bir baştan
ötekine karanlık bir sessizliğe gömülmüş, hayalet şehre dönmüş, büyük kazalarda
yüzü gözü kan içinde kalan insanlar gibi her yerinde çizikler, bereler, oyuklar
açıldığı için deprem öncesindeki neşesini yitirmiş, boynunu bükmüş, umudu uzak
dağların ardında bırakıp göğüne kocaman bir yeis bırakmış. Öyle ki hangi cadde
hangisi, hangi dönemeçten dönülünce nereye gidilir, neresi neresidir hepsi
birbirine karışmış. Bütün binalarda, bütün evlerde, bütün duvarlarda, bütün
yıkıntılarda pusulasını yitiren geminin amansız dalgalara kendini bırakışındaki
çaresizlik var. Öyle bir çaresizlik ki
büyük kazaların hemen ardından hayatı kurtulmuş ama hafızasını yitirmiş bir
insanın rüyayla gerçek arasındaki salınımında kendini nereye konumlandıracağını
bilememesi benzeri bir hiçlik duygusu bütün bedeni yalayıp geçiyor, hücrelerinize,
iliklerinize kadar çekilmiş umudu alıp yerine amansız bir umutsuzluk
yerleştiriyor.
Hangi köşeye
çekilseniz, hangi evin duldasına tüneseniz, hangi direğin dibinde dursanız hep
aynı soruyu soruyorsunuz kendinize: Bu şehir benim şehrim mi? Bu şehir benim
bıraktığım ve döndüğümde aynı şekilde bulacağım şehir mi? Bu şehir, ne vakit
tepeden baksam İsviçre’nin bir dağ kasabasının eteklerine kurulmuş göl
manzaralı harika yüzüyle bana tebessüm eden şehir mi? Bu şehir, her
uzaklaştığımda geriye dönüp baktığım, daha sınırlarından çıkmadan bile
özlediğim, kaybetmekten biteviye korktuğum, ne vakit baksam, aman nazarım değer
diye gözlerimi ve dikkatimi başka tarafa yoğunlaştırdığım şehir mi? Ne olmuş,
kim almış bu şehrin kahkahasını, nereye koymuş ve tekrar, bir daha acaba aynı
kahkahayı duymak mümkün mü? Arayıp da bulamayacağınız, bulduğunuzda yerine
koyamayacağınız, yerine koyduğunuzda iğreti duran şeyler varmış, bildim.
Sadece kendini
değil, bugününü ve yarınını değil anılarını da alıp götürmüş öte dünya insanları
gibi Gölbaşı da uzun süre hayatın karşı yakasından bakıyor insana. Öylesine
durgun, öylesine mahzun, öylesine kederli, öylesine hıncını içine atan,
öylesine asude, bulunduğu yere çökmüş ve boş gözlerle etrafına bakıyor. “Keşke”leri
çoğaltan yüzüyle kırbaçlayıp duruyor yüreğimi. Biri ötekinin üzerine abanmış ve
ansızın yıkılacakmış hissi veren, biri ayakta zor duran, birinin içinden
bakınca ta öteki caddenin göründüğü, biri büsbütün tarihten silinmiş, üzeri
asfaltla, betonla kapatılmış, kimi dümdüz ve üstünde sadece kızıl toprakların
tozlarının kalktığı, kimi eti kemiği birbirine karışarak bulamaca dönmüş
onlarca, yüzlerce bina… Demek şehirlerin de anatomisi değişiyormuş, demek
şehirlerin de omurgası kırılıyormuş demek şehirlerin de tenleri varmış. Ve
kırılmak sadece kemiğe ve yaralanmak sadece ete ve çizilmek sadece tene özgü
değilmiş. Üstelik şehirlerin de insanlara söylediği sözler, şehirlerin de
insanlara bulaştırdığı duygular varmış. İnsanlar şehirlerin içine doğar,
şehirlerin sokaklarında yaşar, şehirlerin göğünde kanat çırpar, şehirlerle
arkadaş olur, sırdaş olur, şehirlerle kalkıp yürüdüğü gibi şehirlerle yok
olurmuş, bildim.
Hayat biraz da
böyle. Her şey kendi mecrasında akarken ansızın bir şey olur ve her şey
değişir. Bir kaza, şimdinin üstüne kapaklanıp onu un ufak eden bir kaza,
geçmişi de geleceği de karanlığa büründürür ve o vakitten sonra insan bir daha
hiçbir zaman kendisi olamaz. Depremler de böyledir. Şimdinin üzerine bütün
ağırlığıyla çöker; evleri, ağaçları, yolları yerinden söker, binaları dağıtıp
paramparça eder, insanları ya hayattan tamamen kopartır veya ona yabancı kılar.
Kader ile kaza arasındaki fark budur. Kader geriden ileriye doğru özenle
ilerler, ilmiklerini örerken kaza gelecekten şimdiye abanır ve örülmüş olan
bütün o motifleri parçalar. Ondan geriye kalan artık birbiriyle bütün
bağlantıları kopmuş sönük, bulanık motiflerin tek tek ifade ettiği şeydir.
Böyle oldu. Bir deprem elimizden Gölbaşı’mızı aldı, eşlerimizi, dostlarımızı,
evlatlarımızı, annelerimizi, babalarımızı, yekun akrabalarımızı anılarıyla
birlikte aldı. Geriye kalanlarımızda derin izler, telafisi imkansız hüzünler
bıraktı. Artık ne biz o eski biziz ne şehrimiz eski şehrimiz ne duygularımız
eski duygularımız olacak. Hepimiz kocaman bir felaketin altında kaldık ve
bayram bile, bayramlar bile o felaketi telafi etmeye yetmedi, yetmiyor.
Depremler de
hayata dahil, ölümler de bu dünyaya ait. Yeter ki ne kadar geriye çekilirse
çekilsin bir yolunu bulup o küçücük umutların elinden tutup yeşertelim, yeter
ki hayatın ölümden çok daha güçlü olduğunu bilelim. Zaten başka ne yapabiliriz
ki?