Deprem gerçeğimiz!
Yaşadığımız depremler ile çok iyi öğrendik ki ülkemiz deprem ülkesiymiş. Deprem 10 şehri yıkmış görünse de, tüm ülke ortak bir enkazın altındayız. Şu sıralar insanlar artık huzurla uyuyamıyor, yarına dair umut besleyemiyor, psikolojik yıkım içinde çok farklı travmalar yaşıyoruz.
Türkiye dünyanın aktif deprem kuşaklarından biri olan
Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerinde yer alıyor. Ülkemizin yüz ölçümünün % 42’si
birinci derece deprem kuşağı üzerindedir. Türkiye’nin jeolojik yapısına
baktığımızda bütünüyle Alp orojenik kuşağın etkisinde kalmıştır.
Yeryüzündeki kırılmalarla meydana gelen fay hatları,
ülkemizde her dönem yıkıcı depremleri tetiklemektedir. İlk çağlardan itibaren günümüze
kadar çok sayıda yıkıcı depremler meydana gelmiş ve bu depremler binlerce
insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Ülkemizde temel olarak iki önemli
fay kuşağı yer almaktadır. Bunlardan birincisi Saros körfezinden başlayarak
Marmara Denizi, İzmit, Düzce, Bolu, Merzifon, Suluova, Erbaa, Niksar ve Kelkit
vadisini geçerek Varto (Muş)’ya kadar uzanan Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattıdır.
İkincisi ise ülkemizin güneyinden Kızıldeniz ve Lut Gölü’nden geçerek
Antakya’dan ülke sınırlarına girip Kahramanmaraş, Pazarcık, Hazar Gölü ve
Bingöl’den geçerek Varto’da KAF ile birleşen Doğu Anadolu Fay (DAF) hattıdır.
Bunların dışında Ege Bölgesi’nde grabenlerde doğu-batı uzantılı, Doğu
Anadolu’da ise Van Gölü çevresi, Erzurum, Malazgirt, Pasinler ve Horasan’da çok
sayıda fay bulunmaktadır.
Türkiye bütünüyle depremin hissedildiği bir konumda yer
almaktadır. Ancak yaşanan depremler her yerde aynı şiddette hissedilmemektedir.
Bazı büyük şehirlerimizin I. Derece deprem bölgeleri
üzerinde kuruldukları, nüfusumuzun yarısından fazlasının bu şehirlerde yaşadığı
bir başka gerçeğimiz...
Anadolu coğrafyasında dönem, dönem büyük depremler olmuştur.
Kayıtlı depremlerin başlangıcı Osmanlı döneminde başlamıştır.
Osmanlı döneminde ilk büyük deprem Marmara Denizi'nde Adalar
yakınlarında 10 Eylül 1509 yılında meydana gelmiştir. Depremin büyüklüğü ve
meydana getirdiği ağır hasar sebebiyle halk arasında Kıyamet-i Suğra (Küçük
Kıyamet) olarak adlandırılmıştır.
İstanbul ve civar şehirlerin 40 gün boyunca sallandığı
edinilen bilgiler arasındadır. Halk kapalı mekanları terk edip günlerce bağ,
bahçe ve sokak gibi açık yerlerde konaklamıştır. Depremde 160 bin nüfusa
ve 35 bin yerleşim birimine sahip olan İstanbul'da aralarında Osmanlı
hanedanından kişilerin de bulunduğu 130 bin kişi ölmüş 1070 ev tamamen
yıkılmıştır.
Osmanlı döneminde meydana gelen son büyük deprem 10 Temmuz
1894 tarihinde gerçekleşti. Geniş bir alanda hissedilen ve yine büyük zararlara
yol açan deprem ''Büyük hareket-i arz'' adıyla tarihe geçti. Eminönü ve Fatih
viraneye dönmüş, camiler ve minareler yıkılmıştır. En çok zarar Kapalıçarşı'da
meydana gelmiş, tüm yapı yıkılmıştır. Bu depremde en fazla etkilenen yerlerden
biri de Yalova ve Adapazarı'dır.
Türkiye “tarihinin en şiddetli deprem felaketi 27 Aralık
1939 yılında 7.9 ile Erzincan’da yaşandı.” Yaklaşık 33 bin kişi depremde
hayatını kaybetmiş, 100 bin kişi de yaralanmıştır. 116 bin civarında binanın
yıkıldığı bilinen Erzincan depremi dünyada meydana gelen büyük depremlerden
biri olarak tarihe geçmiştir.
Samsun'un Ladik ilçesi yakınlarında 26 Kasım 1943'te meydana
gelen 7.6 şiddetindeki deprem geniş bir alanı etkilemiş, doğuda Taşova'dan,
batıda Ilgaz'a kadar uzanan kasaba ve köylerde hissedilmiştir. Büyük kayıpların
olduğu bu depremde de 2300'e yakın insan yaşamını yitirmiş 5.000 kişi
yaralanmış ve binaların yüzde 75'i yıkılmıştır.
Deprem kronolojimizde sırayla 1966 Muş - Varto, Van - Muradiye,
1999 Gölcük, 2011 Van ve son yıllarda yaşadığımız Bingöl, İzmir, Elazığ
depremleri büyük kayıplar, tükenmez acılar bıraktılar.
Deprem gerçeğimizle tekrar bizi yüzleştiren, merkez üssü
Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan depremleri oldu. 15 gün sonrada Hatay
depremleri ile bu kaçınılmaz coğrafyamızın kaderimiz olduğunu idrak ettik…
“Coğrafya kaderdir” buna inanmış bulunmaktayız, bu coğrafyalarda tedbirsizce
kurulan şehirler kader mi..?
Yaşananlara sadece, kaderdir denemez.
Uygarlığın beşiği, insanlık tarihinde yerleşme ve yapı
kültürünü doğuran bu coğrafya bu ağır yıkımı hak etmiyor.
Sorun fay ve deprem sorunu değildir, deprem ve fay
coğrafyanın gerçeği. Sorun doğa ile barışık ve planlı, sağlıklı, güvenli
şehirleşememek, güvenli yapılaşamamak sorunudur.
İnsanoğlu eskiden beri ovalarda tarım, yüksek yerleri ise yerleşim yeri olarak
seçmiş. Deyim yerindeyse sırtını dağa yüzünü ovaya vermiş. Son 60 yıldır durum
değişti. İç göç, iktisadi ve sosyal sebeplerle yerleşim alanı farklılaştı.
Tarım alanlarına, yer
altı sularının yüzeye çok yakın olduğu bölgeler yerleşime açıldı, yeni yapılan binaların mevzuata uygun olarak
yapılıp yapılmadığının denetlenmesi bir kamu görevi olarak yerine getirilmesi
gerekirken özel yapı denetim firmalarına verildi.
Şehirlerin varlığı, iktisadi, sosyal, kültürel politikaların
bir yansımasıdır. Ülkemizde 1950 sonrası şehir toprağını bir sermaye birikim
aracı, zenginleşme ve rant alanı olarak gören yerleşme politikaları yıllardır
şehrin insanlar için planlı, güvenli, sağlıklı bir yaşam alanı olarak gelişmesi
beklentisine duyarsız kalmıştır.
Akıl ve bilimin ödünsüz rehberliğinde, doğa ile uyumlu
planlı şehirler ve yerleşmeler, güvenli yapılaşma ve sağlıklı, güvenli bir
mekansal gelecek için yeni bir paradigma gerekiyor. Şehir toprağını rant alanı
olarak gören anlayış ve politikalar terkedilip, şehri güvenli bir yaşam alanı
olarak gören yeni bir anlayış ve politika. Bugüne kadar yapılan yanlışları
yapmamak ve en büyük sorunumuzun deprem gerçeğimiz olduğunu asla unutmamak ve
unutturmamak olmalı.