Deprem gerçeği, jeoloji ile teknolojiyi bir araya getirememek
Afetler, belirli bir coğrafi bölgede, nispeten aniden ortaya çıkan, kolektif stres yaratan, belli ölçüde kayba yol açan ve toplumun yaşantısını sekteye uğratan, insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, normal yaşamı ve insan faaliyetlerini durdurarak veya kesintiye uğratarak toplulukları etkileyen; kaynağını doğal, teknolojik ve beşeri faktörlerden alabilen olaylardır.
Bu gerçeklikten hareketle, depremle yaşamayı öğrenecek ve
öğretecek formülleri geliştirmemiz gerekiyor.
9.0 şiddetindeki bir depremi çok az bir kayıpla yaşayan Japonya
bunun en bariz örneğidir. Çünkü Japonlar depremi bir olgu olarak kabul edip
onunla yaşamayı öğrenecek çok önemli tecrübe ve birikimler kazanarak
yapılanmışlardır. Bizde ise durum maalesef çok farklı.
Hala ‘Kervan yolda düzülür' mantığıyla hareket eden bir kısım
belediyelerin imar ve şehircilik konusunda bilimsellikten uzak yaklaşımları
ürkütücü boyutlarda.
Depremden kaçış yoktur. Ancak sağlıklı ve kaliteli, depreme
dayanıklı binalar yapmak bizim elimizdedir. Çürük binada oturarak ölümle burun
buruna yaşamak ve bir şey başımıza geldiğinde de Allah'ın takdiri demek çok
anlamlı değildir.
Toplum olarak bir türlü jeolojiyle teolojiyi ve sosyolojiyi bir
araya getiremedik.
Bir şehirde planlama yapılırken fay hattı gerçeği göz önünde
bulundurulmuyorsa bunun adına tevekkül değil başka bir şey(!) denir.
Yeni binalar yapılırken deprem gerçeği dikkate alınmadan
gelişigüzel yapılıyorsa bu çok açık bir cinayet, bir kul hakkı ve insan hakları
ihlalidir.
Öte yandan depremle insanların inanç ve ahlaki durumlarını
doğrudan ilişkilendirmek de isabetli bir yaklaşım değildir.
Acının ve gözyaşının dini, milliyeti ve cinsiyeti yoktur. Ateşin
düştüğü yerde herkes vardır ve seferberdir.
Meydana gelen depremler ve sonuçlarına baktığımızda bizim
ülkemizdeki sonuçlar ile diğer ülkelerdeki sonuçlar arasında ciddi bir
farklılık vardır.
Deprem öldürmez bina öldürür sözü ülkemizin deprem fotoğrafını
çok iyi özetlemektedir.
Bu ağır sonuçların meydana çıkmasını asıl nedenlerinden biri
olan müteahhitlik müessesi sorgulanmalıdır.
Dünyada en fazla müteahhite sahip ikinci ülkeyiz.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerine göre ülkemizde 450 bin müteahhit
varmış.
Türkiye'deki müteahhit sayısı tüm Avrupa'dakinin 10 katın kadar.
Almanya’daki sayı ise 3.000 civarındadır.
Maalesef her önüne gelenin bina yaptığı bir ortamda tabi ki oto
kontrolünde zor olması kaçınılmazdır.
Depremlerde meydana gelen can kayıplarının en büyük sebebinin
binalar olduğu artık inkar edilemiyor.
Yıkılan bloklara bakıldığında demir ve çimentodan tasarruf!...
yapıldığı veya kaba bir tabirle, malzemeden çalınmış olduğundan dolayı
yıkıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Artık kabul etmeliyiz, ülkemiz bir deprem ülkesidir.
Teknolojinin bu kadar geliştiği bir dönemde, olası durumunda
sonuçlarının çok ağır olacağı imar ve yapılaşmada gerekenin yapılmamasını
anlamak mümkün değildir.
Eğer ki 1500’lü yıllarda yapılan devasa bina ve yapılarımız
yüzlerce depreme rağmen hala ayakta kalıyor fakat daha dün yapılan binalarımız,
çamurdan kuleler gibi yıkılıp yüzlerce can ve mal kaybına yol açıyorsa oturup
düşünmemiz lazımdır.
Şu anda da ülke olarak çok ciddi bir afet ile karşı karşıya
kaldık. Tarihimizde görebileceğimiz en büyük acılardan biri.
Toplum olarak bizi uzun yıllar etkileyecek bir sosyal travma ile
karşı karşıyayız. inşaAllah bu zor günleri en az zararla atlatacağız.
Fakat önemli olan, ülke olarak bir deprem kuşağı üzerinde
olduğumuz gerçeğini kabullenip, bundan sonra yaşanabilecek acı ve felaketlerle
nasıl daha iyi baş edebiliriz ile ilgili plan ve projeleri hayata geçirmemiz
gerekiyor.
Bir belediye imar dairesi başkanlığını, bir sağlık teknisyeni,
bir müezzin veya bir öğretmene değil de işinin ehli bir inşaat mühendisi,
ilgili bir kişiye bırakabildiği gün
depremlerin aslında doğal bir doğa olayından öte bir şey olmadığını da
anlayacağız…