Dolar (USD)
35.21
Euro (EUR)
36.65
Gram Altın
2981.77
BIST 100
9949.01
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Değişim zorluyor

Geçen haftalarda devlet-toplum ilişkisinden bahsetmiş; bu ilişkide aşağıdan gelen değişimin daha köklü ve sahici olduğunu belirtmiştik. Genelde bizim ülkemizde büyük oranda beklentiler devlet üzerinedir. Herkes bir şekilde devletin nasıl davranması gerektiği ile ilgili önerilerde bulunurlar. Esasen devletin temel stratejileri belirleme noktasında çok hayati fonksiyonlarını kabul etmemek mümkün değil.

Fakat bir toplumda değişimin daha köklü ve sağlam temeller üzerine oturabilmesi, o ülkede yaşayan insanların bu değişime onay vermeleri ile mümkündür. Cevdet Said, “Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları” isimli eserini Kur’an-ı Kerim’deki Ra’d suresinde yer alan bir âyet üzerine oturtur. Ayet şöyledir: “Bir toplum kendisini değiştirmedikçe, Allah da o toplumun durumunu değiştirmez.” Said, bu âyeti yorumlarken, külli yani toplumsal değişimin gerçekleşebilmesinin, toplumda yaşayan fertlerin tek tek belli bir düzeyde değişimi ile gerçekleşebileceğini belirtir.

Şimdi toplum içinde yaşayan fertler, gündelik hayatta birçok şeyden şikayet ediyorlar. Şikayet ettikleri şeyler, haklılık payı da taşıyor. Üstelik yanıbaşınızdaki bir insanı dinlediğinizde herkes “doğru”nun “hakikat”in ne olması gerektiğini söylüyor. O zaman şöyle bir soru akla geliyor: “Niçin sorunlar devam ediyor?” Gerçek şu: “Toplum, aslında bunların değişmesini henüz istemiyor.”

Devletin değişim talep ve istekleri birkaç boyutta değerlendirilmelidir. Birincisi, örneklerini dünyada görebileceğimiz toplumsal mühendisliğe giden değişim talepleridir. Bu tür uygulamalar çoğunlukla olumsuz sonuçlanır. Çünkü toplum asla bir mühendisliğe gelmez. Devletin bu tür değişimlerdeki rolü, o toplumda varolan kültürel sınırları çok aşamaz. Burada “kültürel sınır” ile bir toplumun iş yapma biçimi, dinamikleri, çalışma kapasiteleri, hayata bakma düzeyleri vb. unsurların tümünü kastetmekteyiz. Dolayısıyla üreticilik zihniyeti dumura uğramış, konformizme saplanmış, tüketim virüsüne kapılmış bir toplumda değişim de çok sancılı olacak demektir.

Türkiye’yi İbn Haldun’un tezi üzerinden okursak, üç nesil üzerinden şöyle bir manzara karşımıza çıkar. Birinci nesil olan dede, zorluklara alışkın olduğu için dinamikleri kuvvetli ve hayata karşı daha dirençlidir. Üstelik hayatı tabiattan kopuk olmamıştır. İkinci nesil olan baba, bu zorluklardan bir kısmını gördüğü için dedeye göre dinamikleri zayıflamıştır ama üretici zihniyet ve gücü yerindedir. Üçüncü nesil oğul ise, birçok şeyi hazır bulduğundan dinamik ve potansiyellerini iyice zayıflatmıştır. Aslında burada hazırcılık, yaşama karşı direnci kırmakta, tabiat ile insan arasına da duvarlar örmektedir.

Bu bağlamda Türkiye’nin 1980 sonrası dönüşümünü ciddi olarak incelemek gereklidir. Bu tarihten itibaren Türkiye dışa daha açık modernleşme politikalarını benimsemiş, dünyadaki düşünsel ve konjonktürel etkilenmelerle birlikte giderek “tüketim” ve “konfor”a doğru yelken açmıştır. Tabiri caizse geldiği noktada beyaz ekmeğe alışmıştır. Sorun şudur ki, elindeki mevcut imkanları ile giderleri arasındaki mesafe ailelerde giderek açılmaktadır.

Tam da bu noktada kritik bir eşikten bahsedebiliriz. Toplumun üretici alışkanlıklar kazanarak, tüketiciliği ve hazırcılığı terk etmesi; yani bunu bir kültür olarak tekrar kazanması gerekmektedir. Fakat çocuklardan başlayarak ileriye doğru yükselen bu tüketimden vazgeçmek sancılı bir süreci getirecektir. Ancak başka çare de yoktur.

Böyle söylendiği andan itibaren herkes etrafına bakarak “ben de bir şey mi tüketiyorum?” diyebilir. Fakat ben önce zihniyetten bahsediyorum.