Değişim kendinden başlar!
Geçtiğimiz hafta randevu alan, sesinin tonunda yorgunluğunu
okuduğum Serpil hanım bugün karşımdaydı. Gözlerinin altı kararmış, bakışları
donuklaşmış, dudakları solgun, saçları dağınık ama renk uyumlu kısa ceket, kot
pantolon ve spor ayakkabısıyla, yaşının yarım asırlık çınar misali elli
olduğunu düşündüğüm, lakin otuz sekiz olan acılı hanım gösterdiğim koltuğa
adeta kendini bırakmıştı.
Aradan fazla zaman geçmeden akmayı bekleyen gözyaşları ile
içindeki biriktirdiklerini tek tek döktü. Bir seansta anlatılanlar ciltler
dolusu kitap misaliydi. Dağların kaldıramadığı hayat yükünü küçük bir beden
nasıl kaldırır dedirtti.
Bir yandan ağlayıp bir yandan onca yaşanmışlıkları dile getirmenin
farkı volkanın içindeki lavmanla sadece kendisini yakmasıydı. Görünen o ki onu
ne eşi, ne çocukları, ne etrafında pervane oldukları anlayacaktı. Zira Serpil
hanım bile kendine anlam veremiyordu.
Anne yuvasından kaçarcasına her iki tarafında isteksiz
olduğu bir evlilik yapması, akabinde Almanya’ya gelmesi, arka arkaya iki çocuğu,
sekiz yıl sonra bir oğlu daha olması eve bakmayan eşinin kumarda neleri varsa
kaybetmesi, aldıkları evi vermek zorunda kalması, defalarca aldatılması,
gidecek kapısının olmaması, dil de bilmediği için hep içine atması, yıllarca en
ağır işlerde çalışması, evinde akşamları dikiş dikmesi, büyük kızı babası gibi
biri ile evlilik yapması, ortanca oğlunu uyuşturucuya kurban vermesi. Elinde
henüz 8 yaşında olan küçük oğlu ve onu da kaybetme korkusu ile bir çare arayışı
içine girmesi...
Bağımlılıkla mücadele projemizin duyulması ve akabindeki
başvurular acıların sanıldığından çok olduğunu belirtmektedir. Dört duvar
arasından yaşanan acılara şahitlik eden ise sadece acılı göz yaşlarıdır.
Hayatın neresinden yakalarsak yakalayım güzel olduğunu
bilmeliyiz. Kırk yaş adeta yeniden doğum misalidir. Tıpkı kartalın dağlara
çekilip uzun ve acılı bir süreç akabinde kollarını ve kanatlarını kendisinin
verdiği mücadele ile yenide oluşumunu sağlaması ve uçuşa hazır olması gibidir.
Belki de bizi hayvanlardan geri bırakan tek olgu içindeki bu
öğretiye teslim olmasıdır. İnsanı üstün kılan da güzel söze uyması, bu teslimiyeti
gönüllü yapmasıdır. Bu teslimiyet insana huzur verendir. Aksi takdirde hep acı
çeken, ağlayan, her zaman şikayet makamında olunur.
Bizler zaman üstü olamasak da bir anda mekan üstü olabilir,
hayata bulutlar üzerinden bakabiliriz. Hayat su gibi akıp giderken bazen arkada
bıraktıklarımız üzüntümüz bazen de sevinç kaynağımız olabilir.
Geçmişin sıkıntısıyla
ya da geleceğin kaygısıyla yaşanılan güzelliklere kör olursak hayat
tecrübelerimizin bizde bıraktığı hayra
erişemeyebiliriz.
Mütemadiyen geleceğin bize neler getireceğini düşünerek
sıkıntılar yaşarsak, geleceğin derdine düşersek anın kıymetini bilerek kalıcı hale
getiremeyebiliriz.
Zaman yaşanılan her olaya şahitli olarak geçer. Eğer hoş
seda bırakma derdinde olursak, arkada dua eden gönüller bırakabiliriz.
Ne kadar zaman üstü olamasak da mekan üstü oluşumuz uçaktan
yeryüzüne bakarcasına görkemli dağları, kocaman evleri, bir çok insanları küçültür.
İçindeyken kaybolduğumuz karışık şehirler yukardan elimizin içine sığacak kadar
olur.
Hayata her birimiz kendi gözlüklerimiz ile bakarız.
Gözlüklerimizin kirinden habersiz olursak her şeyi kirli görebiliriz. Kötüyü görmeye
odaklanırsak hep kusurları görür yargılarız,
suçlarız. Sonunda bizde yargılanır, suçlanırız.
Hayatımızın baş rolünün kendimiz olduğunu biliyoruz.
Kurallar uyanlar içindir, bunu da biliriz. Uyum içinde olmak demek her şeyi
olduğu gibi kabul etmek demek değildir. Hayatta değiştirebileceğimiz tek şey
kendimiz olduğunu kabullenmeliyiz. Aksi takdirde hep karşıdan değişim beklentisiyle
ömrümüzü tüketiriz.
Unutmamalıyız ki gerçek değişim insanın kendisi ile başlayan
değişimdir. Aksi takdirde nereye gidersek gidelim kendimizi ve iç dünyamızdaki
yaşanmışlıklarımızı götürmekteyiz.
Peki, onca kendi yükümüz varken neden başkalarının yükünü
yükleniriz?