Dolar (USD)
32.56
Euro (EUR)
34.76
Gram Altın
2491.87
BIST 100
9524.59
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE


Değerlerimize yapılan saldırılar daha mı az zararlı?

13. yüzyılda Haçlı seferleri ve Moğol istilasının neden olduğu kıtlık, hastalık, korku, ümitsizlik ve çaresizlik ile bunalan Anadolu insanı için o dönemde tekke ve dergâhlar, mescit ve medreseler önemli sığınak yerleri olmuştur.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküş dönemine rastlayan böyle bir zamanda halk bu tür mekânlarda Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi mutasavvıfların şiirleri, sohbet ve nasihatleriyle yaşama ümidine kavuşmuş, yeniden huzur ve sükȗn bulmuşlardır. Buralardan verilen eğitimle diri ve dinamik bir toplum hâline gelmiş bu insanlar, yüzyıllarca ayakta kalıp dünyaya hükmetmiş ve eşi az bulunur bir medeniyet kurmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde de bu merkezler Millî Mücadele’nin manevi cephesini güçlendiren önemli yerler olmuştur. Yine tekkelerdeki mutasavvıflar ve medreselerdeki müderrisler tarafından verilen vaaz ve nasihatler, yazılan şiirler ve makalelerle insanlara ümit aşılanmış, korkuları giderilmiş ve bu şekilde kazandırılan ruhla insanlar cephelere yönlendirilmişlerdir. Böyle bir zamanda yazılmış ve 12 Mart 1921’de Millî Marş olarak kabul edilmiş İstiklal Marşı’nın “Korkma!” şeklinde başlaması bunun somut ispatıdır.

Dıştan gelen saldırıların üstesinden de ancak bu tarz iç dinamiklerle gelinebilir. İçteki dinamikler sağlam olmadan dıştaki saldırılara karşı koymak imkânsızdır. Ancak Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra saldırıların şekli değişmiş; dıştan gelen saldırıları püskürten bu dinamiklerimiz içten saldırılara maruz kalmıştır. Nitekim Cumhuriyet’in ilanından sonra uzun süre devam eden tek parti döneminde tekke ve medreseler kapatılmış, camilerin bir kısmı amaçları dışında kullandırılmış, dinî tedrisat ve ezanın Arapça olarak okunması yasaklanmıştır. 1950’de Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra dinî ve sosyal hayatta belli bir rahatlama olmakla birlikte özellikle yakın zamanlara kadar her on yılda bir yaşanan askerî darbeler döneminde ve Cumhuriyet Halk Fırkasının devamı olan partilerin iktidarlarında bu sıkıntılar devam etmiştir. Bu tür sıkıntıların hukuksuz ve insafsız bir biçimde yaşandığı son dönem ise 28 Şubat sürecidir.

28 Şubat sürecinin ardından iktidara gelen AK Parti hükümetlerinde dıştan gelen saldırılara karşı verilen mücadelede tahmin bile edilemeyecek başarılar elde edilmiştir. Sınırlarımız tahkim edilmiş, savunma sanayimiz modernize edilmiş, ordumuz yeni nesil silahlarla donatılmış, içte ve dışta terör örgütleriyle mücadelede belli bir başarı elde edilmiştir. Aynı şekilde dinî ve sosyal hayatta da belirgin bir rahatlama olmuştur.

Ne var ki güneydoğu sınırımıza yakın bölgelerde Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile 15 Temmuz’daki hain darbe girişimi ülkemize yönelik dış saldırıların hız kesmediğini gösterir. Aynı şekilde toplumun büyük teveccühüne mazhar olmuş ve siyasi bir parti için uzun sayılabilecek bir süredir iktidarda kalmış AK Parti döneminde bile toplumun değer yargılarına, inancına ve kültürüne yönelik gizliden veya açıktan yapılan saldırıların üstesinden hâlen gelinememiştir.

Bu saldırıların püskürtülmesinde, iktidarın yanı sıra bizlerin de sorumluluğu vardır. Ne yazık ki bunun bilincinde olmadığımız için yapılan saldırılara karşı tepkisiz kalıyoruz. Bu tepkisizliğimiz ve gafletimiz yüzünden bu tür saldırılarda bulunanlar da gemi azıya almış, pervasız bir biçimde saldırılarına hız vermişlerdir. Kırk yıl boyunca dindarlık kisvesiyle halkı kandıran, devleti ele geçirmeye çalışan bir güruhun ikiyüzlülüğü ve hainliği yüzünden artık kimse cemaatten, halka ve Hakk’a hizmetten, vakıftan, yurttan, dernekten, dergiden ihtiyaç sahiplerine yardım etmekten söz etmeye; birilerini misafir etmeye ya da birilerine misafir olmaya çekiniyor. Yardımını gördüğüne, hayatında örnek aldığına ağabey veya abla diyemiyor. Birilerine referans olamıyor.

Yine bu saldırılar yüzünden kurumlarımız ve kavramlarımız değerini yitirdi. Artık kimse tasavvufun İslam’ın özde yaşama biçimi, tekkelerin bu yaşama biçiminin yaşandığı ve yaşatıldığı mekânlar olduğunu, bir kaç kötü örnek yüzünden birileri kalkıp âlimlerin ve mutasavvıfların saygıyı hak ettiklerini söylemeye cesaret edemiyor.

Bu dağınık ve bu şaşkın hâlimizden birileri faydalanıyor. Örgütlü bir biçimde kılcal damarlarımıza kadar bizi esir almaya çalışıyor. Bazen korkutarak bazen dost görünüp kulağımıza kendi batıl ve yanlış düşüncelerini üfleyerek bize yanlışı yaptırıyor ve bizi sistem dışına itiyor. Bir bahar şenliğinde yapılması gereken yerel yönetimlerle ilgili seçimlerin bu derece kutuplaşmaya neden olması, kimi yerlerde âdeta kan davasına dönüşmesi de bazen gizli bazen açıktan sürdürülen bu mücadelenin bir parçası gibi duruyor.

Sonuç itibarıyla “Kişi sevdiğiyle beraberdir”. Seçimde bile herkes sevdiğinin yanında saf tutar ve tercihini ona göre yapar. Bu ciddi bir sorumluluk ve geleceğimiz için de önemli bir tercihtir.