Değerleri mumyalamak
Mumyalamanın tarihi oldukça eskidir. M.Ö. 15. yüzyıla kadar uzanır. Bir anlamda, ölüm karşısındaki çaresizliğin arayışa dönüştürdüğü bir gelenek, başka bir anlamda da ölümün bedenin yok oluşuyla ilişkilendirildiği batıl bir anlayışa dayanır. O dönem insanı, bedensel çürümeyi önlediği takdirde ruhun da bir yolunu bulup tekrar o bedenden içeri gireceğini, bedeni korunan insanın bir gün mutlaka dirileceğini düşünüyordu. Bedenin ölümsüzlüğü ile ruhun ölümsüzlüğü aynı düzlemde değerlendiriliyordu. Zaten insanlık oradan heykeltıraşlığa geçiş yaptı. Heykeltıraşlık da bir yönüyle ölümlü bedeni reddedişin sembolik göstergesi olarak ortaya çıkmıştır. Tanrı’nın yaptığı ve çürümeye matuf insan bedeni ile heykeltıraşın yaptığı ve sözüm ona binlerce yıl çürümeyecek heykelin bedeni karşılaştırıyor ve insan zihninin doğa karşısındaki üstünlüğüne vurguda bulunuluyordu. Dinlerin put sevmezliğinin ve putperestlik karşısındaki net tavrının önemli gerekçelerinden biri de böylesi bir ortaklık koşma psikolojisinden duydukları derin rahatsızlıktır.
Öyle veya böyle mumyalama sembolik olarak ölmüş olanın, bağlamından kopmuş ve içeriği tamamen alınmış olanın yaşadığı vehmine dayanır. Gerçekte mumyalanmış olan her şey artık yoktur, mumya, ölüyü ölü olmaktan kurtarmaz. Mumyalamak ile belki zevahir kurtarılabilir ama zevahiri kurtarmak hiçbir zaman hakikati kurtarmak anlamına gelmez. Hakeza üç bin küsur yıldır mumyalandığı için bedeni bugünlere ulaşanlar ile toprak olanlar arasında hakikat bakımından hiçbir fark yoktur. Mumyalamak yaşatmaz, yaşatmaya yetmez, olsa olsa bir avuntudur ve avuntu da olmuş olanı olmamış gibi vehmedişin ta kendisidir.
İnsanlık tarihi aynı zamanda değerlerin tarihidir. Çünkü insan ölümlü, değerler ise ölümsüzdür. Değerlerin ölümsüzlüğüne inanıldığı için bedeni mumyalamak yerine çürüme ihtimali bulunanı çekip almanın, onu kurtarmanın daha sağlıklı olacağı düşüncesiyle kolektif akıl geleneği yaratmıştır. İçinde bazı zorlaştırıcı ögeler bulunsa bile gelenek ölümlü insanın ölümsüz vasıflarının, yaşam pratiklerinin, hayatı olduğundan daha kolay görmenin, dolayısıyla kolaylaştırmanın bir aracıdır. Toplumsal hayat yakın zamana kadar binlerce yıl nesilden nesle gelenek üzerinden aktarıldı ve ne nesiller arasında ne de toplumsal dokular arasında birinin ötekini büsbütün yok etmesine yönelik akut bir kriz yaşanmadı. Ta ki modernleşmeye kadar.
Modernlik öncelikle klasik olanı yerle bir etmenin stratejilerini üretti ve klasik hayatın motoru olan geleneğe savaş açtı. Klasik dünyanın sahip olduğu değerler ile kendi üretimlerini takas etti ve birkaç yüzyıl boyunca gerek Rönesans ve Reform gerekse Aydınlanma ve hümanizm adı altında geleneği yok etmenin sayısız mücadelesini yaptı, pek çoğunu da kazandı. Geçmiş ile bugün arasındaki bağı koparmanın bir yolu olarak geleneği ya aşağıladı ya etki alanını daralttı veya bir yolunu bulup onun yerine yenilerini monte ederek Skolastisizm’in gölgesi olarak sundu. Böylece gelenek birkaç yüzyıl içinde büyük şehir merkezlerinden başlayarak taşraya doğru itildi, teknolojik gelişmelerin yardımı ile de taşradan buharlaştırılarak kitap sayfalarının arasına hapsedildi. Kendisi değil ama ruhu dolaştığı ve günün birinde bir yolunu bulup tekrar insanın ve insanlığın ruhuna girer korkusuyla kitabın da tedavülden düşürülmesine karar verildi ve gerçekten de artık bir zamanların fotoğraf icadı nasıl resim sanatını işlevsizleştirdi, aksesuara dönüştürdüyse tıpkı onun gibi dijital üretim karşısında kitap işlevsiz hale getirildi, bir süs malzemesine indirgendi. Bu bir yönüyle modernizmin klasik kültürü mumyalaması, ruhunu alarak bedenine makyaj yapması ve olmayanı var gibi göstermesi stratejisidir.
Öyle görünüyor ki salgın süreci insanın kitapla tamamen vedalaşması ve onun yerine dijital ekrana mahkumiyetinin en güzel periferisine dönüştü. Zaten okulların sosyal bilimler alanlarına hapsedilmiş olan kitap, uzaktan öğretim ile tamamen dijital kitaba kurban verilerek bir zamanların mumyalama tekniklerinde olduğu gibi okumanın bedeni olan kitap, içi ve içeriği boşaltılarak antik bir süs eşyası kabilinden kütüphanelerin tozlu raflarındaki yerini aldı. Her kitap, ruhu elinden alınmış bedenlerin raflara dizilerek mumyalanmış bir ölüden farksız artık. Ve elbette onunla birlikte, onun taşımayı üstlendiği değerler ile birlikte.
İnsanların sosyal hayattan çekilmesi toplumsalın yok edilerek geleneğin boynunun kırılması anlamına geliyor. Bireyin kitap okuma serüveninden alıkonulması da bireyin iç dünyasına, vicdanına sıkıştırılmış olan değerlerin büsbütün ortadan kaldırılmasına işaret ediyor. Toplumsallık toplumun yok edilmesi üzerinden, bireysellik de bireyin yok edilmesi üzerinden budanıyor ve burada da dijitalizm geleneksel bir yönteme başvuruyor: Ruhu yok edilmiş olanın bedenini süsleyerek yaşıyormuş hissi yaratmak.
Mumyalanmış değer; yürürlüğe girmemiş değerdir; dolaşımda olmayan, bilincin karanlık derinliklerine atılıp orada paslanmaya terk edilen değerdir. Mumyalanmış değer; söylem olarak dolaşsa bile eyleme dönüşmeyen değerdir. İnancın kötülük karşısında hissiz kaldığı, ahlakın yanlış davranışı engelleyemediği değerdir. Mumyalanmış değer; kötülüğe müdahaleyi engelleyemeyen, iyiliği geçiştirerek erteleyen değerdir. Mumyalanmış değer; ruhu buharlaşmış, içeriği alınmış, bağlamı koparılmış, bedeni makyajlanarak var gibi görünen, gösterilen değerdir. Mumyalanmış değer yaşanır olmaktan çıkıp söyleme dönüşmüş, söyleminin eyleyişe cesaret vermediği değerdir.
Güncel hayat baştan aşağı mumyalanmış değerler galerisi bundan böyle. Değerleri alınınca insanın mumyadan ne farkı var? Üstelik artık her insan kendi değersizliğinin heykeltıraşı olmaya hazırlanıyor. Ölüm korkusunun ölümden hızlı koşmasının faturası çok acı olacak.