Davetsiz Misafirin Düşündürdükleri 2
Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal. Yani aynalara vuran akisler veya gölgeler.
Muhyiddin İbnü'Arabî
Korkuyla umut. Huzurla hasret. Şükürle hüzün. Tefekkür ve teslimiyet... Hayat koşumuzun son bir ayı gösterdi ki aynı anda aynı mesafeden bakabiliyoruz pek çok duyguya. Birilerimizin yakınları hastalandı, birilerimiz gitmek ve kalmak arasındaki o ince çizginin üzerinden baktı hayata, birilerimiz sevdiklerini kaybetti, acı çekti. Birilerimiz tedbirin koruyucu kalesine sığınırken, takdirin var gücüyle orada beklediğinin farkında değil hâlâ… Can pazarına düşen insanlığın çok az bir kısmı idrak edebildi belki de, yolun yolcuya olan kırgınlığını…
Özellikle inanan ve tefekkür eden kimselerde empati yetisini geliştiren bir süreç bu… Çalışmak zorunda olanlarımıza bakarken ruha hükmeden endişe, tabiatı uzaktan seyredenlerimizle yerini hicran hissine bırakıyor. Rüzgâr bizsiz de esiyor, yağmur bizsiz de yağıyor, nefes alabilmek için kahramanca cenk edip yenilenlerin ardından yine doğuyor güneş, toprak bizsiz de çoğaltıyor çiçeklerini… Bahar kendi şiirini yazıyor, üstelik yüzünü insana çevirmeyen coşkulu bir ahenkle… Tabiat daha mutlu, her hâlinden anlaşılıyor. Herhalde bu seyir hâli içerisinde kalem ehline en çok bu dokunuyor.
Stefan Zweig’in insan psikolojisini tüm incelikleri ile kaleme alan tavrı ve bu ince yaklaşıma duyduğum hayranlıkla kelimelerde kaybolmam, yabancı yazarları okurken hissettiğim iç sıkıntısını kırmıştır daima. Böyle bir zamanda onun “Kızıl” adlı eserini okumak ve yalnızlığı duyumsarken bu ıssızlık içerisinde kendine yabancılaşan bir gencin bahar karşısındaki hâlini anlattığı cümlelerle karşılaşmak çok anlamlı:
“…yapraklarını özlemiş ağaçların iniltisini duymak için her fırsatta ayağa fırlayıp pencereyi hızla açtığı zaman hissettiği o delice ilk korku neredeydi? Binlerce küçük şeyden, kuşların uzaklardaki cıvıltısından, hızla süzülen beyaz bulutlardan aldığı haz neredeydi? Toprağın içinde hafif bir sızıntının eşlik ettiği çıtırtıları ve hışırtıları algılamaktan aldığı haz neredeydi? Bahçedeki dalların ucunda yapışkan küçük tomurcukların oluşmasına, sonra da patlayıp ürkek yapraklardan henüz renksiz tek bir çiçek yaratmalarına kulak vermekten aldığı haz neredeydi? Kanını derinden dalgalandıran heyecan neredeydi? (…)” (s. 47, 48)
Tabiat mizacındaki ezgiyi konuşturuyor fakat bu ezgi insansız da varlığını sürdürebiliyor.
Biz unuttukça, daha sert darbelerle hatırlatılıyor ruhumuza, öleceğiz. Dut yaprağına yapışan bir küçük tırtıl gibi, müptelası olduğumuz bu dünyadan koparılırken kaygılarımızı, çığlıklarımızı, sevgilerimizi, düşmanlıklarımızı, hayal kırıklıklarımızı ve umutlarımızı bırakarak gideceğiz. Bizler gibi, ardımızdan gelenler de buranın sonsuzluk karşısındaki küçücüklüğünü içselleştiremeden yaşayacaklar. Belki de ötelerden seyredilen bizler, uzaklardan seyredeceğimiz yakınlarımız için sadece üzülmekle yetineceğiz. “Ne söyleyecek, ne de bir haber verebileceğiz.”
Bütün bu hakikatlerin içerisinde insanı derinlikli bir tefekkürden, anlamlı bir mana ikliminden uzağa götüren bir akış var. İçinde hiçbir yoğunluk barındırmayan bu akış kalplerimizi öldürüyor, basmakalıp ifadelerle sinirlerimizi yoruyor, zihnimizi oyalıyor, zehirliyor bizi. Bir girdap misali çekiyor içine her şeyi. Bu akışa dâhil olmanın öğütücü kudretini bile bile insan, sanki adak ağacına dileğini bağlar gibi kelimelerini atıyor o kuyunun karanlığına. Nurun kalbe dolacağı saatlerde kuyunun başında nöbet tutmak, bir alışkanlık hâline geliyor gel zaman git zaman… Kitaplarda kalan olgunlaşmış kelimelerin ışığından alacağı güzelliği, bu hissiz akıştan devşirebileceğini mi sanıyor?
Halide Edip Adıvar Sinekli Bakkal’ında Vehbi Dede’nin dudaklarından birkaç cümle döker;
“Kaynağına dönen damla ile güneşe dönen ışık parçası ayrı mıdır? Ben sadece hepimizi içine alan muazzam bir vahdetin parçası olduğuna iman ettim. Bundan ötesini, perdenin bu tarafında kimse idrak edemez.”
Selam ile.