Dağlara, taşlara ve şiire selam
İnsan, insanın en büyük imtihanı olmaya devam ediyor. Salgınla kendine, evine, iç dünyasına yönelen insanoğlu her şeyin muhasebesini yapmaya başladı. Sonunda kendi türünden uzaklaşan bir insan var. Bu iyi bir şey değil elbette. Ancak iyi olan tarafı da var. İnsanın başka bir dil bulmak için insan dışı varlıklara yöneldiğine şahit oluyoruz. Dağlara, taşlara koştuk, yaylalarda temiz hava aldık.
İnsan, kendi yaşam alanının dışında daha emin, daha mutlu ve daha rahat olmaya başladı. İnsan çok olmaya başladı! Oysa bu dünya insan içindi. Şimdi, dünyaya yük oluyor insan. Tahrip ediyor. Hoyrat davranıyor. Dünya üzerinde binlerce dil var. Bunlar insanoğlunun kullandığı diller. Bir de her varlığın kendine mahsus bir dili var. Kuşların, ağaçların, çiçeklerin, ırmakların, dağların, denizlerin, meyvelerin dili. Kendimi son zamanlarda bu dillere verdim. Bir ağaca selam vermeden geçmiyorum. Dertleşiyoruz. Ağaç da yorulmuş belli. Hem de çok dertli. İklim değişiyor, havalar eskisi gibi değil. Meyve ağaçları zamansız çiçek açıyor. Hâl böyle olunca olası bir soğukta tüm çiçekler yanıyor. O yıl kayıp! Sebebe bakınca tabiat olayları, iklim deyip geçiyoruz. Bunlar görünür sebepler. Bir de perde arkası var. Asıl oranın sesini dinlemek gerek. Ancak biz oralı olmuyoruz. Hep zahire bakıp hükmediyoruz. Mutluluğu da zahirî sebeplerde arıyoruz. Bulamıyoruz tabii. Kayıp, kayıp…
Sonra bir ırmağa selam veriyorum. Suyu serin ama derin değil. Dalgın akıyor. Gürül gürül akmıyor. Oysa baharda delice akmalı. Taşmalı ama heyhat! Irmaklar kuruyor, sular azalıyor. Akarsu yataklarında dağ gibi çöpler birikiyor. Irmaklar ağlıyor! Balıklar kaçmak, göçmek istiyor ama yol bulamıyor. Önleri kesilmiş, çırpınıp duruyorlar. Geçenlerde balıklara selam verdim. Yumurtlama zamanı imiş, emin ve güzel yerler aramak için yola çıkmışlar. Ne yazık ki yolları bentlerle kesilmiş. Su oldukça sığ ve zemin betondu. Çırpınıyordu. Sanki karaya oturmuş bir gemi vardı ırmakta. Çaresizdi. Ya ölecek ya göçecekti ama olmadı, olmadı ve ölüme mahkûm oldu. Yakalandı! Bu bir ihbardır! Balıkları av yasakları varken tutuyorlar! Peki, bu ihbarı kim duyar! Yok, kimse kalmadı. Bu çırpınışın dilini kimse anlamıyor, dinlemiyor. Hepsi vahşi insanın keyfi içindi!
Şiirden Kırmızı
Sonra şiire sarılıyorum. Öyle ya, şiir de farklı bir dille yazılıyor. Keşke şiirin diline hâkim olabilsek. Bir şiir kitabı çalıyor kapımı: Şiirden Kırmızı. Sonra bir kitap daha “Sen Benim Kim Olduğumu Biliyon mu?” Dost Hikmet Kızıl imzalayıp göndermiş. “Şiirden Kırmızı” Mart 2020’de Kadran Yayınları’ndan çıkmış ve şiir kokuyor, 124 sayfa. Böyle zor bir zamanda şiire sarılıyorum. Nüktedan bir yazar Hikmet Kızıl. Adıyla da müsemma ve nüktelerinde “hikmet” var. Şiirden Kırmızı’yı çevirip okumaya başlıyorum. İlk sayfada Cemil Meriç’ten alıntı var: “Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir akşam. Nereden gelirler bilinmez…”
Sonraki sayfada Hikmet Kızıl sesleniyor: “Bir hikâyesi olmalı adamın, yüreğe dokunan, elle tutulur bir hikâyesi…”
İlk şiir: İşrâk. Dört bölümden oluşuyor. Biçimi serbest olsa da şiirin geldiği ve gittiği yer serbest değil. Bir kalpten gelen ve cümle kalplere seslenen şiirler bunlar. “İşrâk…/Ruhumu buzlara bırakıyorum/Kalpleri buzlaştıran soğukluğa/Irmaklar kurur belki ve şairler ölür”
Yalnızlığımızı betimleyen ama cüzden külle varan çoğalma var. “Göğüs dolusu hasret biriktirdim kuyularca,/ Züleyhâ şahit/ Tenimizde alevden bir yalnızlık” diyor Hikmet Kızıl.
Hikmet Kızıl’ın şiirlerinde yorulan ve yalnızlığa sığınan bir ruh var. Mazi, yokluk, özlem ve derinden gelen bir iç çekişle söylev hâlini alan ses var. “Yılgın” şiirinden bir dize: “Yalnız, yaralı ve acayip karaşınım” Ve yorgunluğunu haykırıyor: “Yoruldum sancılardan, ağrımaktan yoruldum/Yoruldum bunca kesik ruhu tek başına taşımaktan” Bu dizeler biraz da onun hususî hayatını yansıtıyor gibi ama ben edebî metinde kalmayı tercih ederim her zaman.
Hikmet Kızıl’ın şiirlerinde yangın, yara, yalnızlık, yoğunluk, hüzün, ruh, özlem, duygusallık ve aşk çokça rastlanan temalardır. Hatta santimantalizme varan boyuttadır. “Geliriz…” başlıklı şiirinde bu aşırı duygusallığı görürüz: “Sürgünüz şimdi gözlerimizin yalnızlığına/Irmaklar kurur, şairler ölür,/Şiir ayrılığa ulanır…”
“Hangi yağmurla sınasak yalnızlığı/ Hep hüzne çıkacak kapılar” diyor Hikmet Kızıl. Hüzün ve yalnızlık kaçınılmaz bir tercihe dönüşüyor onda. Yer yer bu hâllere isyanı da var. “Her Şeyi Yak!” şiirinde bu isyan vardır: “ Söz çare olmuyorsa hiçbir yaraya;/ Kendini yak,/ Şiiri yak,/ Kitabı yak,/Defteri yak” Melankolik ruhun isyanını ama aynı anda teslimiyetini de görürüz “Şiirden Kırmızı” başlıklı şiirde: “Bizimkisi sükut u hâyâl abiler/ Bakmayın siz karaşın olduğumuza/Damarımızı kesseler/Şiirden kırmızı”
Dağlara, taşlara, ırmaklara, ovalara, yollara, buğday tarlalarına sinen, sırlanan, aşk kokan sabra selam! Yeni bir dille ve yeni bir ruhla şiire selam!