Cumhuriyet’in Üniversitesi
KALEYDOSKOP
Kütüphaneler haftası vesilesiyle geçen hafta ülke çapında “kitap” ve “okuma”ya dair birtakım etkinlikler düzenlendi. Konferanslar, paneller, sempozyumlar, söyleşiler, imza günleri… Bütün bunlar esnasında ne söylenenmiş olursa olsun Mcluhan’ın 1911’de ifade ettiği temenni niteliğindeki “kitabın öldüğü” kehaneti gerçekleşme yönünde hızla ilerliyor. Ki bu aynı zamanda ilhamını Kitap’tan alan medeniyetlere yönelik dijital dünyanın bir meydan okumasıdır… Kitap okumaya dair alınan hiçbir önlem onun düşüşünü engellemiyor. Kitap düşmüyor aslında, kitabın değeri azalmıyor ama okuma oranı neredeyse yere çakılıyor. Bu, bir anlamda Batı dünyasının okumayı bakmaya dönüştürmesinin de zaferi… Haddizatında kutsal kitabına Kur’an yani “okuma” adı veren medeniyete karşı “okumayı” değil “bakmayı”, sadece bakmayı özendiren bir medeniyetin zaferinin de kutlanması bir bakıma… Ama hâlâ buna direnenler de var. İnsanı kitabın, insanlığı okumanın kurtaracağına inanan birtakım romantikler…
Kitabın öleceğine inanmayan ve insan yaşadıkça kitap da yaşayacak diyerek yola çıkıp “kitap medeniyetine” katkı vermek amacıyla etkinlik düzenleyen çok az üniversiteden biri olan Cumhuriyet Üniversitesi ve onun şahsında rektör Prof. Dr. Alim Yıldız’ın konuğu olarak Sivas’ta “Kitap Medeniyeti” adlı bir konferans verdim. Konferans öncesinde değerli dostum Prof. Dr. Alim Yıldız, “bir kitap medeniyetine sahip olduğumuzu ama onun hakkını veremediğimizi” söyleyerek “İnsan hem kendini gerçekleştirebilmesi hem de içinde yaşadığı topluma faydalı bir birey olması yani bilgi ve değer sunabilmesi için okumalı, okuduğunu düşünmeli ve düşündüğünü başkalarıyla paylaşarak fikir alışverişinde bulunmalı. Medeniyetimizin galip olması kitaba yakınlaşmamız veya uzaklaşmamızla yakından alakalıdır. İlim, irfan ve hikmete yakınlaştıkça medeniyetimiz âdeta can bulmuş, bütün şubeleriyle estetik hâl almıştır. ” dedi. Bendeniz de özetle; evrenin ve insanın yazarı olan Yüce Yaratıcı’nın özellikle insanı bu dünyayı okumak için yeryüzüne gönderdiğini, insanın dünya yolculuğunda hayatı boyunca yapması gereken tek şeyin de okumak olduğunu vurguladım. Bu minvalden olmak üzere dünyanın, hayatın ve bir bütün olarak varoluşun okunarak anlaşılacağını ve okuyanlar ile okumayanlar arasında keskin bir fark oluştuğunu, bunun da “bakmak” ile “görmek” arasındaki farktan kaynaklandığını söyledim. Hilmi Ziya Ülken’in Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı kitabından hareketle de bütün dönemlerde bakanların değil görenlerin, seyredenlerin değil okuyanların hayatı dönüştürdüğünün altını özenle çizdim.
Öncesinde on yedi yıl çalıştığım, emek verdiğim ve sayesinde sayısız güzel anı yaşadığım Sivas’tan kitaba, okumaya, etkileşime dair oldukça hoş hatıralarla döndüm. Hele hele ormanın içine kondurulmuş bir güzellik abidesi olarak üniversite misafirhanesinin hijyenik, hoş, gönül ferahlatan odalarından birinde kuş sesleri eşliğinde uyanmanın tarifini yapmam mümkün değil. Prof. Dr. Alim Yıldız bilgisi, birikimi, meselelere bakışı ve hadiselere vukufiyeti son derece üst düzeyde bir akademisyen. Rektör olunca birikimlerini değerlendirebileceği bir icraat alanı da bulmuş ve üniversiteyi tabiri caizse cennete çevirmiş. Bundan on iki yıl önce bıraktığım kampüsü adeta tanıyamadım. Mimarisi dikkat çekici ve otantik sayısız binanın yanı sıra, hemen girişe inşa ettirdiği ve yakında açılışı yapılacak devasa bir kültür merkezi kurmuş, kitap sayısı ve konfor bakımından ülkemizde ilk sıralarda yer alacak nitelikte yeni bir kütüphane binası yükseltmiş, yurtların sayısını artırmış, yolları genişletmiş, inanılmaz bir çevre düzenlemesi yapmış. Yollar ve kaldırımlar çiçek gibi, pırıl pırıl, insanı yürüyüşe çağırıyor… Elbette bütün bunlar aynı zamanda kadro işi; yardımcısı Prof. Dr. Ali Taşkın ve Üniversite Genel Sekreteri Prof. Dr. Hakan Yekbaş ile öteki çalışma arkadaşlarının da bu başarıda ciddi emekleri var. Çalıştığım yıllarda kampüs içindeki ana yollar bile ışığa muhtaçtı. Üniversitenin ve bayrağımızın ambleminin bir sentezi kabilinden kırmızı-beyaz renkteki ışıklarla yollar renklenmiş, ışıl ılış olmuş. Keyiflice gezmenin yanı sıra, gecenin kaçı olursa olsun insanlar kampüsün bir başından ötekine güvenle gidip gelebiliyor. Alışveriş merkezleri, büfeler, kafeler, sosyal etkinlik alanları, gece yarısı bile olabildiğince canlı ve bu haliyle üniversite sanki ikinci bir şehir kimliği kazanmış. Bütün bunları gördükten sonra duygulandım ve içimden şöyle dedim: “Neden kitap okunur? Bilgi kazanmak için. Bilgi ne zaman güce dönüşür? Kendine pratik bir zemin ve yayılma alanı bulduğu zaman. Bilgi ne işe yarar? Her yerde, her şeyde ve her durumda olduğu gibi ya imha etmeye ya da inşa etmeye… Prof. Yıldız bütün bilgisini inşa etmeye ayırmış ve gerçekten bunun üstesinden de gelmiş, zarfı nakış nakış işlemiş. Mazrufu doldurmaksa hayatlarının büyük kısmını kampüs içinde geçiren akademisyenlere kalıyor. Böylesi imkanlarla donatılmış mekanlarda insan neler yapmaz?
Toplum olarak eleştirmeyi seviyoruz da, takdir etmeyi pek beceremiyoruz. Marifet iltifata tabi gerçi ama iltifatı genelde marifet gösterenlere değil çoğunlukla hak etmeyenlere bahşediyoruz. Hataları görme konusunda gözlerimiz mahir de sevapları övme konusunda son derece cimriyiz. Biz böyleyiz. İstedim ki gözleri on doğruya kapalı bir hataya açık insanlara karşı onca yılımın geçtiği bir üniversiteden üç beş doğruyu dile getireyim. Üniversiteye dair şehir, yerel ve ulusal medya ne diyor, ne söylüyor bilmiyorum, takip de edemedim. Dağınık, tozlu, sahipsiz bıraktığın bir yere yıllar sonra döndüğünde olağanüstü bir düzen, son derece temiz ve sahiplenilmiş bir mekanla karşılaşınca hayranlığını ifadeden de sarfınazar edemiyor insan. Ne diyelim; adı Alim, soyadı Yıldız olan bir rektörden içeriği ilimle donanmış, biçimi yaldızlı bir üniversite beklenirdi zaten ve galiba gerçekleşen de tam olarak bu… Bakanlar için değil elbet, görenler, sadece görenler için…