Cumhuriyet kimsenin tekelinde değildir
Cumhuriyet öyle zannedildiği gibi belirli bir kesimin tekelinde, anlayışında ve pratiğinde yer eden ve sadece bu kesimin icat ettiği sanılan bir yönetim biçimi değildir. Önce burada bir anlaşalım.
Cumhuriyet, kuşkusuz insanlık tarihinin ürettiği önemli bir tecrübe. Ne var ki Türkiye’de, Cumhuriyet sanki ilk kez 1923 yılında keşfedilip insanlık tarihine mal edilmiş gibi takdim edilir. Ve neredeyse bir Tanrı muamelesi görür.
Öyle ki bu kesime göreörneğin“yurttaşlık” fiilen resmi ideolojiyi benimsemiş olanlara özgü bir ayrıcalık konumundadır.
Bunu kasıtlı olarak yaptılar. Birazdan laiklik meselesiyle birlikte değerlendireceğim.
Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitime büyük önem verildiğini
görüyoruz mesela. Çünkü eğitim, yeni bir
ulus yaratma sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü oynayacaktı.
Laiklik de özünden
saptırılarak aynı şekilde yeni bir ulus meydana getirme yolunda önemli bir rol
oynamalıydı.
Bu yüzden midir bilinmez 1937 yılında laiklikle ilgili madde mecliste müzakere edilirken bazı milletvekilleri kendi aralarında fısıldaşarak “layık olduk ama neye layık olduk” dedikleri rivayet olunur.
CHP de programında; “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik vatandaş yetiştirmek tahsilin her derecesi için mecburi ihtimam noktasıdır“ diyecektir.
Oysa sorun şuydu, laiklik tabiatı itibariyle asla din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak için yürürlüğe sokulmuş bir kavram değildi. Türkiye’de bilhassa resmi eğitim aracılığıyla ifade edildiği gibi dini inanışları güvence altına alan bir fikir olarak da doğmadı.
Laiklik nasıl ki Fransa’da
devreye sokulduğunda Katolik dinini tamamen ortadan kaldırıp yerine pozitivizmi
din olarak tesis etmeye ve yeni bir ulus yaratma amacına hizmet ettiyse bir
benzeri de burada uygulandı.
Sonra laik, bilimsel, akılcı, çağdaş, ilerici bir nesil yetiştirmek için yıllarımızı verdik.
Kısacası farklı düşünceleri, farklı dini inançları, yaşam biçimlerini bir arada tutan bir araç olarak formüle edilmesi gereken laiklik, bizim ülkede akılcı ve bilimci düşünceye uygun bir yaşam biçimi-dayatması- şeklinde tezahür etti.
Sonra 12 Eylül 1980 öncesi "din elden gidiyor" sloganıyla Müslümanlar korkutulurken diğer taraftan da "laiklik elden gidiyor" sloganıyla laik kesimler korkutulmaya çalışıldı.
Ve sonra laiklik gerekçe gösterilerek darbeler yapıldı bu ülkede. “Tehdidin adı irtica” denilerek halkın teveccüh gösterdiği partilerin canını okudular.
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” sihirli cümlesiyle herkes rahatlıkla cumhuriyetin temelini sarsmak ve yıkmak suçundan hayatı bir anda kararabiliyordu.
Herhangi bir fakülteyi iyi derece bitirip mezun olmanızın bir kıymeti de yoktu. Eğer başörtüsü takıyorsanız laik olmadığınız gerekçesiyle diploma bile alamazdınız!
Doktor, hemşire,
öğretmen, mühendis ya da bilim adamı olup olmamanızı performansınız değil
başınızdaki örtü belirliyordu! Hatta halkın oylarıyla milletvekili bile
seçilemezdiniz. Çünkü hemen oracıkta haddinizi bildirecek kişiler sizi
bekliyordu. Bunun için profesörlerimiz literatürü altüst eden “ikna odaları”
gibi ilginç buluşlara bile imza attılar. Özgür irade mi? Ne mümkün? Bu 411 elin
kaosa kalkması demekti.
Sakın bana “bitmedi bu mağduriyetiniz artık yeter “demeyiniz.
Aslında neyi anlatmaya çalışıyorum biliyor musunuz? Bugün ortalıkta cumhuriyeti ve laikliği
alabildiğine kutsallaştıranların samimi olmadığını ve bunu bir araç olarak
kullandıklarını söylemeye çalışıyorum.
Elden gidilmesinden korkulan şey deasla ne cumhuriyet ne de laiklik oldu. Elden gidilmesinden korkulan şey, güç, nüfuz ve zenginlikti.
Şimdi herkes devletimizin temelini oluşturan kavramları doğru bir zeminde ve aklıselim olarak ele almalı ve kimse bundan bir menfaat temin etme yoluna gitmemelidir. Çünkü ülkemizin birliğe ve dirliğe ihtiyacı var.