Cumhurbaşkanı neden uyarmak zorunda kalıyor?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bundan tam sekiz yıl kadar önce şöyle
sesleniyordu, “Kardeşlerim! Allah aşkına
soruyorum size, bize kibir yakışır mı, bize gurur yakışır mı? Seçim döneminde
kimse 'bu benim yakınımdır, bu benim şuyumdur' diye bize aday teklifiyle
gelmesin. Kibir abideleri gelmesin. Kibirli adam bu kapıdan içeri giremez.”
Üç gün önce de Rize’de şöyle seslendi; “Kardeşlerim; hangi görevde olursanız olun, ister il başkanı olun ister
belediye başkanı olun, ister milletvekili olun. Size benim vatandaşlarımdan
herhangi birisi gelir, sizden bir işin yapılmasını gereğini istiyorsa onu bir
başka yere havale etme hakkınız yok. Bunu yaptığınız sürece ben genel
başkanınız olarak varsa; sizlere hakkımı helal etmiyorum.”
Anlayacağınız Cumhurbaşkanı yıllardır aynı uyarıları yapmak
zorunda kalıyor. Bunun nedenleri üzerine oturup konuşmamız lazım. Zira AK Parti sıradan bir parti değil.
Çeyrek asırdır tüm kadrolarıyla ülkemizi yöneten bir iktidar partisinden bahsediyoruz.
Peki, Erdoğan neden bu uyarıları yapmak durumunda kalıyor?
Seçkinci, elitist
Kemalistler gibi halka tepeden bakan, onları aşağılayan, kibir abidesi bir
kesim oluştu da ondan. Lüks ve şatafat içerisinde yaşayan bir teşkilat yapısı
oluştu da ondan uyarmak zorunda kalıyor.
2002 yılında AK Parti iktidar olduğu gün şöyle bir cümle
kurmuştum. “Bu parti, düzen/sistem
karşıtı bir partidir. Yüz yıldır ezilen, değerleri, hakları, hukukları gasp
edilen dindar insanlar artık iktidarda.”
O tarihlerde bu sözün benim için anlamı büyüktü. Neden mi?
Bundan yıllar önce,
dindar, muhafazakâr insanların bir heyecanı, muhalefeti ve haklı bir isyanı
vardı. Bilhassa 28 Şubat darbe döneminde, içlerinde yine bugünkü gibi korkak,
dirençsiz, ezik, fırıldak tipler yok değildi ancak genel anlamda isyanlarının,
heyecanlarının bir anlamı, değeri ve kıymeti vardı.
AK Parti normalde bu heyecan üzerine bina edilmişti. O
yüzdendir ki bugüne kadar eleştirilerim de desteğim de hep bu anlayış üzerine
oldu.
Yani bu insanların
yıllar önce var olan haklı isyanı, bugün niye şu makamda değilim neden ben de
vekil bürokrat olamadım vs. şeklinde bir isyana dönüşmüşse işte orada bir
problem vardır.
Bilen bilir, son on yıldır yanlış anlaşılma pahasına
etrafımda gördüğüm ahlaksızlıkları, adaletsizlikleri, liyakatsiz atamaları ve
numaradan “dava” rolü kesen acemi
hatipleri ve her fırsatta Erdoğan üzerinden nemalanmaya çalışan lüpçü, kurnaz
muhafazakârların ahvalini dile getirmeye çalışıyorum.
Düşünün, kaç seçim dönemi geçirdik. Erdoğan bu seçim dönemlerinde ayda ortalama 50 bin kilometre yol kat
ederek günde ortalama 2-3 miting yapan bir siyasetçidir. Ne var ki kendisinden
başka kimse oturup da özeleştiri yapmaz.
Yani kimse “biz
nerede hata yaptık” sorusunu sorarak özeleştiri yapmamıştır. Yapamıyor
çünkü bu işler, samimiyet ve kalite üzerinden değil; eş, dost, hatır, gönül
üzerinden yürüyor. Ve o denli ciddi bir yozlaşma yaşanıyor ki artık kimse
eleştirileri de uyarıları da dikkate almıyor.
Düşünebiliyor
musunuz, bugün emeklilere reva görülen miktarı bile eleştiremeyecek derecede
bir içe kapanma ve sokağın sesini duymama durumu söz konusu.
Bundan tam on yıl önce Erdoğan’a şöyle seslenmişim; “Din, iman, dava vs. üzerinden makam mevki
elde etmenin yollarını arayan, heyecanını yitirmiş, seviyesiz, vicdansız,
kibirli insanlarla yolunuzu tez vakitte ayırınız.
Ve bir yol
yürüyeceksiniz, yola hangi kesimden olursa olsun ehl-i vicdan sahibi, küçük
hesaplar yapmayan, ahlak sahibi, kaliteli temiz insanlarla devam ediniz.”
Bugün aynı çağrımı yineliyorum. Sokağın sesine kulak
veriniz. Ve temiz insanlarla yol alınız.
Sizi sürekli pohpohlayan yalaka insanları değil yeri geldiğinde eleştiren
insanları dikkate alınız. Yoksa gittikçe şımaran bu insanlar çürümeyi daha da
derinleştirecektir.