Dolar (USD)
32.43
Euro (EUR)
34.41
Gram Altın
2488.03
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

17 Ağustos 2022

Çoğulculuk Niçin Zorunlu?

Bugün temel sorunlarımızın başında herkesin kendi inandığı, bağlı bulunduğu din, mezhep, felsefe ve inancı hakikat bağlamında mutlaklaştırarak diğerleri üzerinde güç uygulamak pahasına da olsa tahakküm kurmaya ve kendi görüşlerini dikte etmeye çalışması gelmektedir. Hatta buradan yola çıkarak diğer görüş, düşünce ve inançları da tanımlama girişiminde bulunulması, meselenin bir başka boyutudur.

Söz gelimi; herkesin inandığı din kendisi için bir hakikati ifade etmekte olup, ona inanması ve doğru kabul etmesi kadar tabii bir durum yoktur. Kişi, gerek kültürel bir alışmışlıkla gerek bir farkındalıkla bir dine inanmayı tercih etmiştir. Böyle bir tercihte bulunması sonuna kadar hakkıdır. Bu yargıları ortaya koyduktan sonra, şu çıkarsamayı ifade etmekte zorlanmayacağız; “Eğer benim bir dini tercih etme hakkım varsa, tüm insanların da bir dini seçme özgürlükleri vardır. Üstelik de herkesin kendi inandığı dini hakikat olarak kabul etmesi de kendileri açısından hakkıdır. Buraya kadar bir problem görmüyorum.

Ancak esas mesele tüm bu dinler aynı masa etrafına toplandığında, hangisinin hakikat olduğu nasıl tespit edilecektir? Bu dinlerden birisinin herkesin kabul edeceği bir hakikat olarak tespitine ihtiyaç vardır. Bunun yapılabilmesi de, bütün dinlerin kendilerini ortak insani akıl, bilgi kategorileriyle ortaya koyabilmesi sonucu olabilir. Dinlerin tüm söylemleri, iddiaları vb. düşünüldüğünde teorik ve tarihsel gerçeklik hiçbir dinin diğerlerinin de kendisini kabul edeceği şekilde delillendiremediğidir. Daha çok dinlerin temel iddiaları ancak o dine inanan müntesiplerince kabul edilmektedir.

Bu durumda tüm dinlerin kendi hakikat iddialarını dile getirmeye devam ettikleri; ancak diğerleri üzerine dikte etmedikleri çoğulcu bir durumun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Peki bu kendi içinde paradoksal bir durum oluşturmuyor mu? Evet görünüşte paradoksal bir durum var; zira hem hakikat iddialarını dile getirecekler hem de diğerleri üzerine bunu dikte etmeyecekler.

Fakat dikkatli bakıldığında burada kendisini diğerleri üzerinde tahakküm kuran bir mutlaklaştırma söz konusu değildir. Çünkü kişi kendi dinine inanmaya devam etmektedir ve ona hakikat olduğu için inanmaktadır. Tersi bir durum düşünülemez. Fakat diğer dinlerin de potansiyel olarak kendi müntesipleri için hakikati ifade etmesi ve hiçbir dinin kendisini ortak insani akıl ve bilgi kategorileriyle kesin olarak ortaya koyamaması teorik olarak diğerleri üzerinde tahakküm kurucu tavrın önüne geçmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in bu konudaki tavrına baktığımız zaman; “hak dinin İslam olduğu” şeklindeki iddiası tüm müminleri tarafından da kabul edilir. Öte yandan inanıp inanmamak konusunda insanlar serbest bırakılır. Hiç kimseye bir dine inanması yönünde baskı asla kabul edilemez. Bu tavırlar zaten toplumsal düzenin belirli oranda bir barış zeminine oturabilmesi için gereklidir.

Fakat tarih boyunca bir din ya da mezhebin bir gücü ele geçirdiği zaman diğerleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışmasının örneklerini görmek mümkündür. Bu bazan devletin bazan da çoğunluk olmanın gücü ile mümkün olabilmiştir. Halbuki din ve inanç söz konusu olduğunda gönülden kabuller rol oynarlar. Güce dayalı kabuller geçici ve samimi olmayan tavırlar üretirler.

Bugün de insanlar kendi argümanlarını ikna edici bir şekilde ifade edip edemediklerine bakmalıdırlar. Bunun için de insani bir dil kullanabilmelidirler.