Çoğulculuk Niçin Zorunlu?
Bugün temel sorunlarımızın başında herkesin kendi inandığı, bağlı bulunduğu din, mezhep, felsefe ve inancı hakikat bağlamında mutlaklaştırarak diğerleri üzerinde güç uygulamak pahasına da olsa tahakküm kurmaya ve kendi görüşlerini dikte etmeye çalışması gelmektedir. Hatta buradan yola çıkarak diğer görüş, düşünce ve inançları da tanımlama girişiminde bulunulması, meselenin bir başka boyutudur.
Söz
gelimi; herkesin inandığı din kendisi için bir hakikati ifade etmekte olup, ona
inanması ve doğru kabul etmesi kadar tabii bir durum yoktur. Kişi, gerek
kültürel bir alışmışlıkla gerek bir farkındalıkla bir dine inanmayı tercih
etmiştir. Böyle bir tercihte bulunması sonuna kadar hakkıdır. Bu yargıları
ortaya koyduktan sonra, şu çıkarsamayı ifade etmekte zorlanmayacağız; “Eğer
benim bir dini tercih etme hakkım varsa, tüm insanların da bir dini seçme
özgürlükleri vardır. Üstelik de herkesin kendi inandığı dini hakikat olarak
kabul etmesi de kendileri açısından hakkıdır. Buraya kadar bir problem
görmüyorum.
Ancak
esas mesele tüm bu dinler aynı masa etrafına toplandığında, hangisinin hakikat
olduğu nasıl tespit edilecektir? Bu dinlerden birisinin herkesin kabul edeceği
bir hakikat olarak tespitine ihtiyaç vardır. Bunun yapılabilmesi de, bütün
dinlerin kendilerini ortak insani akıl, bilgi kategorileriyle ortaya
koyabilmesi sonucu olabilir. Dinlerin tüm söylemleri, iddiaları vb.
düşünüldüğünde teorik ve tarihsel gerçeklik hiçbir dinin diğerlerinin de
kendisini kabul edeceği şekilde delillendiremediğidir. Daha çok dinlerin temel
iddiaları ancak o dine inanan müntesiplerince kabul edilmektedir.
Bu
durumda tüm dinlerin kendi hakikat iddialarını dile getirmeye devam ettikleri;
ancak diğerleri üzerine dikte etmedikleri çoğulcu bir durumun ortaya çıkması
kaçınılmazdır. Peki bu kendi içinde paradoksal bir durum oluşturmuyor mu? Evet
görünüşte paradoksal bir durum var; zira hem hakikat iddialarını dile
getirecekler hem de diğerleri üzerine bunu dikte etmeyecekler.
Fakat
dikkatli bakıldığında burada kendisini diğerleri üzerinde tahakküm kuran bir
mutlaklaştırma söz konusu değildir. Çünkü kişi kendi dinine inanmaya devam
etmektedir ve ona hakikat olduğu için inanmaktadır. Tersi bir durum
düşünülemez. Fakat diğer dinlerin de potansiyel olarak kendi müntesipleri için
hakikati ifade etmesi ve hiçbir dinin kendisini ortak insani akıl ve bilgi
kategorileriyle kesin olarak ortaya koyamaması teorik olarak diğerleri üzerinde
tahakküm kurucu tavrın önüne geçmektedir.
Kur’an-ı
Kerim’in bu konudaki tavrına baktığımız zaman; “hak dinin İslam olduğu”
şeklindeki iddiası tüm müminleri tarafından da kabul edilir. Öte yandan inanıp
inanmamak konusunda insanlar serbest bırakılır. Hiç kimseye bir dine inanması
yönünde baskı asla kabul edilemez. Bu tavırlar zaten toplumsal düzenin belirli
oranda bir barış zeminine oturabilmesi için gereklidir.
Fakat
tarih boyunca bir din ya da mezhebin bir gücü ele geçirdiği zaman diğerleri
üzerinde tahakküm kurmaya çalışmasının örneklerini görmek mümkündür. Bu bazan
devletin bazan da çoğunluk olmanın gücü ile mümkün olabilmiştir. Halbuki din ve
inanç söz konusu olduğunda gönülden kabuller rol oynarlar. Güce dayalı kabuller
geçici ve samimi olmayan tavırlar üretirler.
Bugün
de insanlar kendi argümanlarını ikna edici bir şekilde ifade edip
edemediklerine bakmalıdırlar. Bunun için de insani bir dil
kullanabilmelidirler.