Çoğulculuk dilemması
Yazılarımın kahir ekseriyetinde açık ve örtük olarak vurguladığım ve çoğu zaman birbirine özdeş olarak kullandığım iki kavram “imkân” ve “altyapı”dır. İnsan arzuları (=hayalleri) ile kendi gerçekliği arasındaki mesafede yaşar. Burada imkân ya da alt yapı kavramı, istenen bir değişimi ya da arzuyu karşılayacak ya da onlara hayatiyet kazandıracak bir realitenin total varlığını ve çerçevesini ifade etmektedir.
Basit örnekle çok pahalı bir araba almak istiyorsunuz, ancak ilk bakacağımız şey; elinizde onu alacak paranın (imkânın) olup olmamasıdır. İnsanlar ve toplumların da değişim ve talepleri de, ellerindeki imkânlarla sınırlıdır. Söz gelimi; birkaç yüzyıldır devam eden batılılaşma/modernleşme sürecinde Batı’dan aktarılanların boşlukta sallanmasının sebebini de buralarda aramak lazımdır.
Farklılıklardan kaynaklanan çoğulculuk insanın tabii bir gerçekliğidir. İnsanlar renk, dil, ırk vb. birçok bakımdan birbirlerinden farklıdırlar. Gayr-i iradi olan (doğuştan gelen) bu farklılıkların dışında bir de insanın seçimleri doğrultusunda çeşitlenen ideolojik, dinsel, mezhepsel, düşünsel farklılıklar da çoğulculuğun tebellür ettiği unsurlardır. Antropolojik anlamda farklılıkların tabiilikleri, bunların felsefi temellerini kurmayı ve özellikle sosyolojik anlamda bir düzenlemeyi gerektirmektedir. Bu da özellikle günümüzde devlet ve çoğulculuk arasındaki ilişkinin tartışılmasını zorunlu kılmaktadır.
İnsanlara tek tek çoğulculuk konusundaki fikirlerini sorarsanız, teorik anlamda bütün farklılıkların yaşama ve ifade etme özgürlüğünü herkes savunacaktır. Ancak iş bu teorik boyut ve anonimlikten çıkmaya başladığında, “fakat”lı cümlelerin olabildiğince arttığını da müşahede edersiniz. Dolayısıyla özelde çoğulculuk konusunda ilkeler tespit edilerek onların uygulanması ve ancak böyle bir yol alınması gerekiyor. Fakat bu konuda ilkeler bile tespit edilebilmiş değil.
Öncelikle çoğulculuk konusunda düşünsel, kültürel ve siyasal alt yapımız yani imkânlarımız uygun mu? Bu soru eşliğinde analizler yaparak meseleye bakalım. Uluslararası siyaset anlamında baktığımızda hala geçerliliğini koruyan global ölçekte bir modern devlet var. Kozmopolit bir kültüre kapalı, tektipçi, tanımladığı makbul vatandaş çerçevesine insanları sokmaya çalışan, homojen ve hegemonik bir yapıya sahip olan modern devlet acaba çoğulculuğa izin verir mi? Geçtiğimiz yüzyılın tecrübesi bu konuda insanlığa çok olumlu örnekler sunmadı. Küresel bir dünyaya geçip fiili olarak farklılıklarla bir şekilde iletişimin imkân dahiline girdiği bir yaşamda, çoğulculuğun hala problem olarak varlığı, pratiğin teorisinin kurulamadığı bir durumu da işaret etmektedir. Dünyanın çok farklı ülkelerinde etnik, mezhebi ve dinsel gerilimlerin farklı sorunlar eşliğinde hala ciddi boyutlarda olması kaygı vericidir. Bu anlamda devlet kavramının çoğulculuğu içerecek revizyonlara ve teorik tartışmalara ihtiyacı olduğu söylenebilir.
İkinci önemli bir nokta da, çoğulculuğun büyük oranda bir güvenlik sorunu olarak görülmesi. Görebildiğim kadarıyla toplumun farklı kesimlerinde ve farklı mecralarda çoğulculuk bir güvenlik dili üzerinden konuşulmaktadır. Özellikle konuyla ilgili bilimsel toplantılarda açık ve örtük biçimde zihni bilinçaltında korunan bu rezervlerin yine geniş teorik tartışmalara ihtiyacı vardır. Üçüncü bir nokta da, herkesin kendisini doğrulayan tezler dışındaki dünya görüşlerine olan kapalılığıdır. Bu kapalılık, uzun vadede ciddi bir hamaset yaratarak tartışmayı, konuşmayı ve anlamayı ertelemektedir.
Tüm bu handikaplar içinde Türkiye, tarihsel ve kültürel kodları itibarıyla çoğulculuk için potansiyel imkânlar taşımaktadır. Bu anlamda toplumun içinde gündelik pratiklerde işleyen bir metafizik söz konusudur. Belki sonbirkaç yüzyıllık süreçte siyasal alanda yaşanan kırılma, kayma ve kopuşlara rağmen, bahsedilen metafizik toplumsal düzeydeki pratiklere yön vermektedir. Türkiye’nin kanaatimce geleceğe doğru projeksiyonunda en önemli imkânı da budur.