Dolar (USD)
35.24
Euro (EUR)
36.71
Gram Altın
2974.75
BIST 100
10021.01
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
27 Temmuz 2019

Çoğulculuk ama nasıl?

Toplumsal barış, gerek siyasal gerekse kültürel alandan sıklıkla duyduğumuz bir kavram. Toplumsal bütünleşmenin sağlanabilmesi, bir toplumda farklı görüş, düşünce, inançlarla birlikte insanların ortak değerler etrafında birleşebilmesi ile mümkün. Bu bağlamda toplumun bir çeşitlilik olduğu gerçeği hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Fakat bu çeşitliliğin hangi ilkeler etrafında kamusal alan düzenlenişine konu olacağı üzerinde ciddi olarak düşünmemiz gerekiyor. Başlamadan bu konulardaki tartışmalarla zevkli sohbetler yaptığımız Ebuzer Dişkaya’ya teşekkür etmek isterim.

Bunun iki boyutu var. Birincisi, birlikte yaşamanın temel felsefesini nasıl kurmalıyız? İkincisi de, siyasi anlamda böyle bir kamusallığın inşası nasıl olacaktır? Bu yazıda birinci kısmı kısaca tartışmaya çalışacağız. Şöyle bir soru sorarak başlayabiliriz. İnsan kendisini nasıl haklılaştırmaktadır? Bir insan olarak varlığa sahiptir ve dünyada bir yer işgal ediyordur. Hayatının bir gayesi var Dünyada bulunuş ve yaşama sebebini, bir dinden, inançtan, seküler bir düşünceden almış olabilir ya da inançsızdır. Ancak herkesin kendisini refere ettiği din, inanç, düşünce, yorum, ideoloji birbirinden farklı olabilir. Bunlar farklı dünya görüşleri ve perspektifler öneriyor olabilirler.

Burada temel sorun; herkesin kendi inandığı dini ya da ideolojiyi kesin bir hakikat olarak kabul etmesiyle başlamaktadır. Benim şahsi kanaatimce insanların inandıkları din ya da ideolojinin son kertede bir hakikat önediğini kabul etmesinde bir problem yok. Çünkü her din ya da ideoloji böyle bir iddiada bulunabilir. Gerçi postmodern bir düşünme tarzında artık hakikat önerileri bitmektedir. Fakat bu uzun bir tartışmanın konusudur.

Şimdi herkesin aidiyetini belirttiği dinin ya da ideolojinin hakikat olduğu konusunda toplumda nasıl bir uzlaşmaya varacağız. Haliyle bu mümkün değildir. Bir dine ya da ideolojiye inanan insan, kendisini hakikate götürmeyeceğini düşünecekse, niçin o dine ya da ideolojiye inanmaktadır? Bu durumda her bir bireyin inandığı farklı dinler ve ideolojiler kendileri için birer hakikattir. İşte tam da bu noktada her bir bireyde devreye girmesi gereken düşünce şu olmalıdır: Benim nasıl kendi dinimi ya da ideolojimi hakikat olarak görme hakkım varsa, bir başkasının da vardır. İşte burada kendisinden başlayan, “diğer”ine yönelen ve genele yayılan bir haklılaştırım söz konusudur. Bu haklılaştırım, özgürlükler ve haklar konusunda bir temel ilkeyi inşa etmektedir.

Aslında aynı durum, sadece farklı dinler ve ideolojiler arasında değil, aynı dinin kendi içerisindeki farklı anlaşılma biçimleriyle alakalı olarak da söylenebilir. Çünkü dini metinler elimizde tek olsa da, dinin anlaşılma biçimleri aynı değildir. Dolayısıyla aynı din içinde farklı mezhep, cemaat ve görüşler de farklı yorumlar olması sebebiyle eşit meşruiyet taşırlar. Yorumlardan birisi, Allah’ın muradını sadece kendisinin yakaladığı iddiasında bulunursa, bunun varacağı yer bir tahakkümdür. Müslüman toplumlar böyle bir zihniyet sorununun sonuçlarını yaşıyorlar aslında.

Geleneksel yaklaşımımızda yorumlara saygı ve hakikati kimsenin elinde bulunduramayacağına dair en güzel örneklerden biri, tefsircilerin “anlama” faaliyetini gerçekleştirdikten sonra “Şüphesiz Allah bununla ne kastettiğini en iyi bilir” ifadesini zikrederek mütevazi bir şekilde geri çekilmeleridir. Bu aslında diğer yorumlara da aynı statüyü tanımak demektir. Aksi durum ise ancak Tanrılık iddiası şeklinde okunabilir.