Dolar (USD)
35.24
Euro (EUR)
36.72
Gram Altın
2973.69
BIST 100
9987.9
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
31 Temmuz 2019

Çoğulculuğun sosyo-siyasal inşası

Geçen yazımızda çoğulculuğun felsefi, teolojik ve kısmen sosyolojik temellerine yönelik bir tartışma yapmıştık. Çoğulculuk bu anlamda insanların her bakımdan sınırlı varlık olmaları sebebiyle hakikati tekellerine alamayacakları gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Meselenin düşünsel boyutu dışında çoğulculuğun gerçekleştirimi ise, sosyolojik ve siyasal inşalarla mümkün olacaktır.

İnsanlığın uzun tarihi boyunca ve modern zamanlarda yaşanan problemlerin başında, gücü ele geçirenin diğeri üzerinde kurduğu tahakküm gelmektedir. Böyle bir problemin yaşanmaması için, öncelikle devlet ve toplumun neliği ile bunlar arasındaki ilişkinin çoğulculuğa uygun bir felsefe üzerinden kurulması gerekmektedir.

Öncelikle toplum çeşitliliklerden oluşmaktadır. Burada toplum kavramını içerisinde farklı toplulukların (community) yaşadığını ifade edecek bir içerikle kullanmaktayım. Sosyolojide “toplum” en başından itibaren “ulus”la eşanlamlı bir kullanıma da sahip olmuştur. Özellikle imparatorlukların dağılması sonrasında kozmopolitlikler sona ermiş ve modern devlet “ulus” temelinde inşa edilmiştir. Bu, Batı’da sosyal, siyasal, ekonomik vb. gelişim süreçleriyle bağlantılı bir durumdur. Aynı zamanda insan merkezli bir evren ve dünya görüşüne geçişle birlikte komünitelerin dönüşümü hedeflenmişti. Tönnies’in Gemeinschaft ve Gesellschaft ayrımı da böyle bir dönüşümü analiz etmekteydi.

Çoğulcu anlayışta, toplumda farklı etnik, dini, mezhebi vb. her türlü çeşitliliğin verili olduğu baştan kabul edilir. Burada sosyal ve siyasal düzlemde herhangi bir mezhep, din ve etnisitenin “makbul”lüğü üzerinden analiz yapılmaz. Bunun felsefi temeli, hiçbir mezhep, din, ideoloji vb.nin, diğerlerini kendisine boyun eğdirecek şekilde mutlak hakikat olmadığıdır. Tabii pratikte ekonomik ve siyasal anlamda güçlü olanın diğerlerini baskılaması gibi sonuçlar, dünya ölçeğinde yaşanmaya devam etmektedir.

Devlet, aynı toplumda yaşayan insanların kendi aralarında oluşturdukları ve bir takım hizmetleri yürüten bir aygıttır. Devlet, toplumdaki insanların işlerini sağlıklı yürütebilmek üzere inşa ve icad edilmiştir. Bu bağlamda, toplumla devlet arasında organik bir ilişkinin olması onların tabiatındandır. Bu, toplumda varolan çeşitliliklerin siyasal düzlemde devlet yönetiminde de adaletle muamele görmesi, yönetime katılabilmesi demektir.

Bu bağlamda devletle toplum ya da devletle insan arasında genel olarak iki mantıkla ilişki geliştirildiğini söyleyebiliriz. Birincisi, devlet insan (toplum) içindir. İkincisi de, insan (toplum) devlet içindir. İkinci anlayış, devletin insan ve toplumdan bağımsız biçimde kendinden menkul bir güç haline gelmesi durumunu ifade eder. Birincisi, ise, Şeyh Edebali’de ifadesini bulan; “insanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışıdır. Çoğulculuk, bu anlamda toplumda varolan her bir farklılığın, orada kendisine bir yer bulmasıyla gerçekleşecektir.

Modern zamanlarda devlet-toplum ilişkisinde genel olarak iki problemi görmekteyiz. Birincisi, Hobbes’un çerçevesini çizdiği şekilde, siyasal düzene geçilince, son tahlilde devletin meşruiyetini kendisinden alan bir güç haline gelmesidir. Bu durumun sonucu olarak, bizim “zaruriyat” dediğimiz temel insan haklarının Hobbes’ta insan ve toplumun aleyhine işleyebilmesidir. Onun “Leviathan” tabirini kullanması da buraya dayanmaktadır. İkincisi de, bu anlayışın doğal sonucu olarak devlet ile toplum arasındaki organik bağın bozulmasıdır. Böylece aşağıdan yukarıya doğru işlemesi gereken ilişki, Hobbes’ta ve benzer teorilerde yukarıdan aşağıya doğru işler. Bu ise, hem farklılıkların temsiliyetini sağlayamamakta, hem de insanın önceliğini kaybetmesiyle sonuçlanmaktadır.

Tam da bu sebeple küresel ölçekte hem siyaset sosyolojinin önüne geçmekte, hem de insan devasa küresel iktidarın içinde kaybolmaktadır.