Çocukluk Kırıntıları
Çocukluk yıllarını özlemeyen yoktur. Hele bir de yaşınız ilerlediyse “Ah, ah, nerede o eski günler!” denmeye başlayıp, çocuklukta yaptığınız yaramazlıklardan tutun da, bağ-bahçedeki haylazlıklara varıncaya kadar film şeridi gibi önünüzden geçmeye başlayınca aralara reklam alamadan devam edersiniz.
Köylerde, kasabalarda ve şehirlerde geçen çocuklukların farklı olduğunu
düşünürüm. Ancak şehrin varoşlarında yaşayanların hatıraları farklılık
gösterir.
Yaz aylarında tarla tabanda yapılan çalışmaların yanı sıra koyun-kuzularla
başlatılan dostlukların karabaşlarla devamının ardından evin fare yakalayıcısı
kedinin nankörlüğü konuşulurdu soba başındaki sohbetlerde. Radyo tiyatrosunun değişmez
kapı gıcırtısı, araba freni ve gök gürlemesini efekt olduğunu bilmediğimiz
masum yıllarımdan söz etmek istedim bu yazımızda.
Bir yazımızda bahsetmiştim altmışlı yıllarda çocuk parklarına annesi yanında
olmadan çocuklar alınmadığından parka girmek için tanımadığı kadından rica ile elinden
tutar öyle girerdik pos bıyıklı bekçinin gözünün içine baka baka. Hulusi Kentmen’in ponpon sempatik
komiseri oynadığı Yeşilçam filmlerindeki gibi değildi karakol polisleri ve
bekçileri. Karakız adını verdikleri coplarını eylemci olmadıkları gibi
eylem nedir bilmeyen çocuklara sokak aralarında dolaştılar
diye acımasızca indirdiklerini bilirim. Gecenin belli saatinde
televizyonsuz tek göz odalı gecekonduların sohbet konusu Çaban Sülü lakaplı Süleyman Demirel’in Adalet Partisi olurken, İsmet İnönü partisinden çok kulağındaki
işitme cihazıyla anılırdı. En hararetli konuşmaları en çok radyo ajansı
dinleyenler yapardı. Kadınlardan bazıları radyo kutusunun içindeki minik
adamların bir gün çıkacaklarına inanırlar mıydı bilemem ama benim küçüklüğümde “Parmak Çocuk Masalı” ndan olsa
gerek radyonun içindeki adamları her zaman merak eder ama kimselere soramazdım.
Bir oda bir göz dedik ya. Bugün tanımlasalar nohut oda bakla göz derlerdi
herhalde. Mutfağı evin girişindeki tahta raflarda kanserojen olduğu bilinmeden
kullanılan melaminden mamul tabaklar; banyo günleri bahçede çamaşır için
yakılan “maltız” ın üstünde kaynayan kazandan daha doğrusu gaz yağı
tenekesinden bozma kazandan alınan sular ile leğende yapılırdı
temizlenmeler. Suyun sıcaklığı ise soğuk su tenekesinden aşılanarak
ayarlanırdı. Derme çatma ağaçlarla üzerine teneke çakılarak yapılan
kümeslerde tavuklar eşelenirken horozun erkeksiliği vakitli vakitsiz
ötmesiydi. Erzincan/Kemaliye’den getirtilen “Yediveren” cinsi dut
ağacının dibindeki sobanın artan külleri içinde yumurtlamaya yatan sarı tavuk
birazdan avazının çıktığı kadar sanki “Yangın
var!” dercesine gıdıklayarak kalkmasıyla sıcacık yumurtayı kaptığımız gibi
annemizin ayırdığı sepete koymamız bir olurdu.
Mahallede Arnavutluk göçmenleri ile Kürt kökenliler olur olmaz konularda patlamaya
hazır baruta benzerlerdi. Barut dedim de aklıma Baruthane denilen yer geldi. Kimsesiz
çocukların barındırıldığı Aktaş Yetiştirme
Yurdu’nun bahçesinde havuz ve futbol sahası vardı. Oradaki öksüz, kimsesiz
ve gariban çocuklarla yaptığımız arkadaşlıktan dolayı sıklıkla annelerimizden ‘dikkat edin’ uyarısı alırdık. Baruthane
denilen mekânın tam yanındaydı barındıkları yerler. Başlarında öğretmenler olduğunu,
yemekleri aşçıların yaptığını, etüt
saatinde ders çalışmak mecburiyetinde olduklarını bilirdik. Mahallede top oynayacak alan yoktu. Yurdun
futbol sahasında kale direkleri olduğundan cazibemizi celbeder toz toprak
içinde yaptığımız maç sonrasında üzerimizdeki tozun gitmesi için yurt
bahçesindeki yüzme havuzuna donlarımızla girer çıkardık. Onlar evlerinde
yaşamadıklarından anne ve babaları karışmadığına özenirdik. Bakınız ben
ne yazacaktım, neler diyecektim hepsini unutuverdim ama aklıma gelenleri
yazıverdim ne hikmetse.
Şuur altımız uslu durmuyor, suç bizim mi n’örek?