Dolar (USD)
35.21
Euro (EUR)
36.86
Gram Altın
2978.44
BIST 100
9763.06
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Kasım 2021

​Çocukluk Kırıntıları

Çocukluk yıllarını özlemeyen yoktur. Hele bir de yaşınız ilerlediyse “Ah, ah, nerede o eski günler!” denmeye başlayıp, çocuklukta yaptığınız yaramazlıklardan tutun da, bağ-bahçedeki haylazlıklara varıncaya kadar film şeridi gibi önünüzden geçmeye başlayınca aralara reklam alamadan devam edersiniz.

Köylerde, kasabalarda ve şehirlerde geçen çocuklukların farklı olduğunu düşünürüm. Ancak şehrin varoşlarında yaşayanların hatıraları farklılık gösterir.

Yaz aylarında tarla tabanda yapılan çalışmaların yanı sıra koyun-kuzularla başlatılan dostlukların karabaşlarla devamının ardından evin fare yakalayıcısı kedinin nankörlüğü konuşulurdu soba başındaki sohbetlerde. Radyo tiyatrosunun değişmez kapı gıcırtısı, araba freni ve gök gürlemesini efekt olduğunu bilmediğimiz masum yıllarımdan söz etmek istedim bu yazımızda.

Bir yazımızda bahsetmiştim altmışlı yıllarda çocuk parklarına annesi yanında olmadan çocuklar alınmadığından parka girmek için tanımadığı kadından rica ile elinden tutar öyle girerdik pos bıyıklı bekçinin gözünün içine baka baka. Hulusi Kentmen’in ponpon sempatik komiseri oynadığı Yeşilçam filmlerindeki gibi değildi karakol polisleri ve bekçileri. Karakız adını verdikleri coplarını eylemci olmadıkları gibi eylem nedir bilmeyen çocuklara sokak aralarında dolaştılar diye acımasızca indirdiklerini bilirim. Gecenin belli saatinde televizyonsuz tek göz odalı gecekonduların sohbet konusu Çaban Sülü lakaplı Süleyman Demirel’in Adalet Partisi olurken, İsmet İnönü partisinden çok kulağındaki işitme cihazıyla anılırdı. En hararetli konuşmaları en çok radyo ajansı dinleyenler yapardı. Kadınlardan bazıları radyo kutusunun içindeki minik adamların bir gün çıkacaklarına inanırlar mıydı bilemem ama benim küçüklüğümde “Parmak Çocuk Masalı” ndan olsa gerek radyonun içindeki adamları her zaman merak eder ama kimselere soramazdım.

Bir oda bir göz dedik ya. Bugün tanımlasalar nohut oda bakla göz derlerdi herhalde. Mutfağı evin girişindeki tahta raflarda kanserojen olduğu bilinmeden kullanılan melaminden mamul tabaklar; banyo günleri bahçede çamaşır için yakılan “maltız” ın üstünde kaynayan kazandan daha doğrusu gaz yağı tenekesinden bozma kazandan alınan sular ile leğende yapılırdı temizlenmeler. Suyun sıcaklığı ise soğuk su tenekesinden aşılanarak ayarlanırdı. Derme çatma ağaçlarla üzerine teneke çakılarak yapılan kümeslerde tavuklar eşelenirken horozun erkeksiliği vakitli vakitsiz ötmesiydi. Erzincan/Kemaliye’den getirtilen “Yediveren” cinsi dut ağacının dibindeki sobanın artan külleri içinde yumurtlamaya yatan sarı tavuk birazdan avazının çıktığı kadar sanki “Yangın var!” dercesine gıdıklayarak kalkmasıyla sıcacık yumurtayı kaptığımız gibi annemizin ayırdığı sepete koymamız bir olurdu.

Mahallede Arnavutluk göçmenleri ile Kürt kökenliler olur olmaz konularda patlamaya hazır baruta benzerlerdi. Barut dedim de aklıma Baruthane denilen yer geldi. Kimsesiz çocukların barındırıldığı Aktaş Yetiştirme Yurdu’nun bahçesinde havuz ve futbol sahası vardı. Oradaki öksüz, kimsesiz ve gariban çocuklarla yaptığımız arkadaşlıktan dolayı sıklıkla annelerimizden ‘dikkat edin’ uyarısı alırdık. Baruthane denilen mekânın tam yanındaydı barındıkları yerler. Başlarında öğretmenler olduğunu, yemekleri aşçıların yaptığını, etüt saatinde ders çalışmak mecburiyetinde olduklarını bilirdik. Mahallede top oynayacak alan yoktu. Yurdun futbol sahasında kale direkleri olduğundan cazibemizi celbeder toz toprak içinde yaptığımız maç sonrasında üzerimizdeki tozun gitmesi için yurt bahçesindeki yüzme havuzuna donlarımızla girer çıkardık. Onlar evlerinde yaşamadıklarından anne ve babaları karışmadığına özenirdik. Bakınız ben ne yazacaktım, neler diyecektim hepsini unutuverdim ama aklıma gelenleri yazıverdim ne hikmetse.

Şuur altımız uslu durmuyor, suç bizim mi n’örek?