Çocukluğuna özürlü çoçuklar, nesiller…
Çağın çıldırmışlığına yetişkinlerle beraber maalesef çocuklarımız da maruz kalıyor. Çağa esir olmuşluğumuzu fark edemediğimiz için çocuklarımızın da esaretini göremiyor ve kendi ellerimizle çocuklarımızı tarifsiz bir kaosa, ruhsal karamsarlığa itiyoruz. Hipnotize olmuş bir nesli kendi ellerimizle büyütüyor ve bu nesilden saygı, anlayış vd. güzel hasletleri bekliyoruz.
Ailesiyle otururken kendini telefon-teknoloji-sosyal medya
denilen hapishaneye-tımarhaneye tıkadığının farkında bile olmayan ebeveynlerin
çocuklarına ufuk olması, neşe dolması beklenemez. Hâsılı, biz ve çocuklarımızın
bugünü ve yarını ciddi bir tehdit altında, tehdit hayatla vücut bulup tehlikeye
dönüşüyor. Nasıl mı?
Şuradan örneklendirmeye başlayabiliriz: Teknoloji iyi mi
kötü tartışması, tartışmasız bir mantıksızlıktır. Teknoloji kötü değil, kötü
kullanılıyor, daha doğrusu teknoloji bizi kullanıyor. Teknoloji bizi biz
olmaktan çıkarıp, bizi yazılımsal bir canlıya dönüştürmüş. Akıl denen
melekemizin yerini teknolojik-programsal-kodlanmış garip bir varlığa dönüştürmüş.
Bu konu önemli. Bu konu hayati. Bu konu ivedi bir şekilde masaya yatırılması
gereken bir konu. Herkes kendi otokontrolü için kendi öz muhasebesini yapmalı.
Aksi takdirde değil evlerimiz, değil sokaklar, gezegenimizin geleceği korkunç
bir vaziyete doğru gitmektedir.
Gezegenimizin geleceğini teslim edeceğimiz çocuklarımız bu
gerçekliğin neresinde. Bu gerçekliğin göbeğinde. Çocuklarımız
narkozlanmışçasına bir türe dönüşüyor. Genetiği değiştirilmiş, hormonel
bozukluğa maruz kalmış, ruhsal-kalıtsal hastalıklara uğramış, fıtri melekeleri
çürümüş, kangrenleşmiş hastalıkların çocuklarımıza enjekte edildiğini göremiyor
muyuz. Bildiğini de, bilmediğini de bilmeyen bir çocukluğa yapılmış ne büyük
bir zulümdür bu durum, bu zulmü teknoloji denilen iklim çocuklarımıza
yaşatıyor.
Çocukları, çocuklarımızı, çocukluğumuzu, çocuklarımızın
çocukluğunu iyice irdelemeliyiz. Elindeki tablete köle olmuş, hürriyetini sahte
kahramanlara teslim etmiş bir çocuğun özgürlüğe düşkün olmasını nasıl
bekleyebiliriz. Dört duvar içinde, soyut-kurgusal metabolizması kablolardan
bakırdan oluşan bir devrin çocukları mana ve maneviyat mahrumu olur. Mana ve
maneviyattan yoksunluktan kasıt, nezaketi yitirmişlik, kendisine ve
etrafındakilere saygısını kaybetmişlik, duygusuzluk, hatta ve hatta inançsızlıkla
da nitelendirebilir ve çocuklarımızın kaybını nasıl arttırdığını örneklerle
uzatabilirsiniz.
İnsanın hammaddesi olan toprağı tanımıyor çocuklar. Arıların
vızıltısını tanımayan, kuşların cıvıltısını kulaklarına tanıştırmamış, ineğin
sağılmasını hiç görmeyen, ot kokusunu genzinde hissetmeyen, yeni sağılmış süt
içmemiş, tandırdan ekmek yememiş, saklambaç, uzuneşek, birdirbir, çelik çomak,
ip atlama, isim-bitki-şehir, köşe kapmaca, yağ satarım bal satarım oynamamış
çocukların çocukluğundan bahsedemezsiniz. Marketlerdeki meyveli sütlerin,
yoğurtların çocukların genetiğine etkisini bilmeden tüketiyor, tükettiriyoruz.
Bu zehri kendi ellerimizle evlatlarımıza nasıl zerk ettiğimizi de görememenin
gafletindeyiz.
Bunları bilmeyen çocukların ne kaybettiğini de ölçme imkânı
bulamazsınız.
Evet, her dem ve dönem yeni gelişmelere gebedir. Çağdan
kopuk yaşamanın da normal olduğunu söylemiyorum; ama fıtrata aykırı, doğaya
aykırı hal, hareket ve tavırların bizi nerelere sürüklediği de ortada.
Tabletler ve teknolojiyi sıfıra indirelim demek doğru değil, teknolojinin
minimize edilmesinden bahsediyoruz. Bu dengeyi tutturmaktan bahsediyoruz.
Akıllı tahtaların, akıllı telefonların, akılı evlerin insanı
nasıl körleştirdiği, nasıl kısırlaştırdığından bahsediyoruz. Kendi telefon
numarasını bilmeyen yetişkinlerin, kendi çocuklarından zekâ dolu tecrübeler
üretmesini bekliyoruz.
Tımarhaneye dönen gezegenimizi kurtarmaya herkes bir yerden,
herkes kendi mevziinden başlayabilir. Daha az gazlı içecek tüketerek,
teknolojinin dayattığı kanseri daha az yaşayarak, daha çok selamlaşarak,
ailemizle daha çok sohbet ederek, doğaya daha çok giderek, girerek
çocuklarımızın ellerinden tutup yoruluncaya kadar yürüyüşler yaparak,
çocuklarımıza bol bol hikâye okuyup hayal dünyalarını zenginleştirerek
evlatlarımıza, gelecek nesillere irade sahibi olacak, karakterini kendi
keşfedecek zenginlikleri sunabiliriz.
Çocuklarımız köyler görsün, akrabalık bağlarını hissetsin
yaşasın. Mümkünse ip atlasın. Düşüp kendini kirleteceği ortamlar sağlamalıyız
çocuklara. Gökyüzüne bakmayan, geceleri yıldızların dansını izlemeyen, karanlık
gecelerde doğanın aydınlığını kafalarını gömdükleri tabletlerden kaldırıp
göremeyen çocukların hayatları noksandır. Hayatlarındaki doğal mucizeleri
yaşamanın lezzetine varamayan çocuklar için hayat bir zindan.
Sosyal mecralardaki çıldırmışlığı yaşamaya başlayan
ebeveynlerin normal olmasını beklemek, çocuklarımıza haksızlıktır. Mahremiyet
denilen mukaddesatı koruyamayan bir ailenin içsel huzura ulaşmasını, çocukların
da çocukluğunu yaşama özgürlüğüne kavuşmasını beklemek de acizliktir. Doz çok
önemli. Dozajını aşmış, her şeyin altın vuruşunu bir an evvel yaşamak istiyor
insanlık.
Fidan diksin çocuklar. Hikâyeler okusun, ailesine hikâyeler
anlatsın çocuklar. Eline tablet vererek susturulan çocuklardan terbiye beklemek
mümkün değildir. Çizgi filmlerle susturulan çocukların hayal kurmasını,
hayallerinin peşinden koşmasını bekleyemeyiz. Teknoloji mağdurları çocukların,
saadetin aile ortamının sıcaklığında olduğunu öğrenmeleri güç. Çocukluk
oyunlarımızı çocuklarımızla birlikte biz de oynayalım ki kuşak farkındalığını
keskin yaşamasın ve kendi ailesine yabancı olmasın diye çocuklar…
Çocukların bizi anlamadığından şikâyet diyoruz, çağın
çocukları da ailelerinin onları anlamadığından çokça şikâyetçi. Bu durumun bir
izahatı olmalı. Bunun ispatı işte aslına yabancı nesiller, çocukları
fıtratlarından uzaklaştıran büyüklerin küçüklükleri.
Bir an evvel bu duruma şahsi olarak dur demeliyiz. Daha az
sosyal medya, daha fazla sohbet. Daha az teknoloji daha çok muhabbet. Daha az
sanal sayfalar, daha çok lezzet. Daha çok aile, akraba ziyareti, daha az
telefon tablet. Daha çok doğa ve doğallık, daha az huzursuzluk. Denizi uzun
uzun izleyelim çocuklarımızla birlikte mümkünse. Mümkünse ormanlıkları daha çok
ziyaret edelim. Kafeslerdeki kuşların kuş türlerini göstererek çocuklarımıza
kuşları tanıtamayız, olsa olsa çocuklarımıza hürriyeti sınırlanmış bir
ilkelliği öğretebiliriz. Sonbaharın renklerini hafızasına almış bir çocuğa
dünyaları vermiş sayılırsınız, dökülen yaprakların havadaki dansını salon
danslarından daha çok tat verdiğini çocuklarımıza keşfettirmeliyiz. Çimlere
oturarak içilen sütün, yenilen sade keklerin, yapılan esprilerin, atılan
kahkahaların çocukları nasıl olgunlaştırdığını yaşayarak görmek asıl
zenginliktir.
Daha az teknoloji daha az hırs demek. Daha çok tabiat,
çocuklar ve yetişkinler için daha çok kanaat yani yetinmek yani mutlu olmak
demektir. Sahip olduklarıyla mutlu olmayı keşfedemeyenlerin, sahip ol(a)madıklarına
ulaşmakla ömür tükettiğini görmek zor bir tespit değildir. Yağmurda ıslanmayan
çocukların, kartopu yapmayan çocukların kalın, içi tüylü kürklerle
ısınamadığını görmek de zor değildir. Mevzuyu uzatmak kolay; lakin artık
çocuklarımızdan önce kendimize çeki düzen vererek kendimizle birlikte
çocuklarımızın hayatını da güzelleştirmek sadece bizim elimizde. Sadece iki
saat boyunca telefonu-teknolojiyi bir kenara bıraktığınızda yaşayacağınız
özgürlüğün tarifsizliğini göreceksiniz. Aile ortamının sıcaklığını, güzelliğini
göstererek, çocuklarımızı zehirleyen mekânların kötülüğünü öğreterek
ispatlayabiliriz.
Doğa-doğal-doğallıktan yeniden doğma imkânını çocuklarımıza
sunmak büyük bir başarıdır. Bu imkânı yaşamalı, yaşatmalıyız. Aksi takdirde
açık hava tımarhanesine dönen gezegenimizin bir çıldırmışı da biz oluruz veya
çocuklarımız olacaktır…