Çocuklarınızı ezmeyin!
Uzun, çok uzun yıllar önce dikkatimi çeken bir durum vardı:
“Bizim” kesimdeki muhabirler gittikleri yerlerde rahat tavırlar sergiler; üst düzey siyasiler, bürokratlar vesaire ile sohbetlerinde özgüvenlerini ortaya koyarken, “muhafazakâr” mevkuteleri temsilen gelenler çok çekingen görüntüler arz ederlerdi.
Ne bileyim; soru sormak için söz almakta zorlanır, heyecanlandıklarını belli eder, (yanlış anlaşılma korkusundan olmalı) uzun uzun girişler yapar, zor belâ sorabilirlerdi.
“Özgüven eksikliği” çekiyordu dikkatimi; “hata” yapma korkusuyla hareket ediyorlardı adeta, daha doğrusu hareket edemiyorlardı.
Dünya görüşlerine taban tabana zıt insanların ağırlıkta olduğu ortamlarda iyice heyecanlanıyor, kendilerini ancak “benzerleri” arasında rahat hissettiklerini belli ediyorlardı.
O günlerde bunlardan biriyle tanıştım.
Özür dileyerek yanlış anlamamasını istirham ederek bu “çekingen” hallerinin sebebini sordum.
Sohbetimiz epeyce ilerleyince ve samimiyetle sorduğumu anlayınca bana bu durumun sebebini net bir şekilde izah etti.
Söylediklerini hiç unutmam…
Dedi ki;
“Bizim taraflarda ‘disiplin’ ağırlıklı bir tarz vardır. Büyükler konuşurken küçükler söze girmez, şurada şöyle konuşulmaz, burada böyle konuşulmaz. Sürekli olarak birileri denetler, sürekli olarak birileri bize ne yapmamamız gerektiğini söyler, sürekli olarak ‘hata’ arayan, kaş çatan, ayar veren ‘kahramanlar’ (!) vardır etrafımızda. Biz böyle yetişiriz ve büyüyünce de böyle yetiştiririz!”
Bunları samimiyetle ifade eden kardeşimizle, ilerleyen yıllarda aynı müessesede çalıştık.
Üzerindeki baskıyı bir ölçüde atabilmişti, kendisine “aşırı baskı uyguladığını” söylediği ailesiyle arasının pekiyi olmadığını, bununla birlikte saygıda kusur etmemeye çalıştığını, “özel bir hayat” kurabilmek için mücadele ettiğini belirtiyordu.
Bu kardeşimiz, geçtiğimiz günlerde, (uzun yıllardan sonra) aradı sağ olsun; çoluk çocuğa karışmış, “orta çapta” bir işadamı olmuş. “Ağabey” dedi, “O günlerde bana özgüven aşıladın, Allah’ın izni, senin vesile olmanla buralara geldik.”
Efendim…
Böyle bir durum var; “muhafazakâr” takımından çoğu aile, “İslamî” olduğunu zannederek aşırı “korumacılık” yapıyor, aşırı “baskı” uyguluyor, çocukların özgüvenlerini belki de doğum anından itibaren tırpanlıyor!..
Böyle olunca da…
“Ne yapsam doğru olur?” diye değil de, “Ne yapsam yanlış olmaz?” diyen “olumsuz bakış açılı” bireyler çıkıyor ortaya…
Hatta…
“Birey” bile olamayan insanlar; kendilerini ancak bir “topluluk” içinde anlamlı hissediyorlar, bir yerlere sığınma ihtiyacı duyuyorlar, “sığınmacı” ruh hali kuşatıyor bünyelerini…
Sonra…
“Korkular” başlıyor; yalnızlık korkusu, ters düşme korkusu…
Fakirlik korkusu.
Bir gün itibar görmeme korkusu.
Kaybetme korkusu.
“Oğlum bak, askerde ne önde duracan ne arkada, ortalarda bir yer belleyecen kendine” telkinleri etkili oluyor.
Sonra sonra…
“Köprüye geçene kadar” kime ne deneceği bile belletiliyor çevredekiler tarafından.
“Her hareketleri ve hatta her düşünceleri” doğdukları andan itibaren kısıtlanan insanlar, sonunda “şartların evlâdı” olmaktan öteye geçemiyorlar.
Dikkatimi çekiyor; özgüven bunalımını aşabilmişlerin çoğu “çok farklı kültürlerden” beslenmiş insanlar…
Çocuklukları çok kültürlü ortamlarda geçmiş; iyiyi, kötüyü bir ara görmüş, sokaklarda büyümüş, kavga etmesi gerekiyorsa etmiş, “kanka”lar edinmiş, renkli günler geçirmiş insanlar…
Klasik “muhafazakâr” çevrelerde büyümüş ve oralardaki ilişki ağları tarafından şekillendirilmiş olanlar ise çoğunlukla “çekingen”ler, “özgüven” sıkıntısı çektiklerini hemen belli ediyorlar.
Böyle bir sıkıntı içinde olanlar da günün birinde “servet, şöhret mevki sahibi” olduklarında, “sonradan görmelik”ten öteye geçemiyorlar çoğunlukla.
Ben, bunca yıllık tecrübenin ardından, diyorum ki;
Çocukları başıboş bırakmak elbette iyi bir şey değildir, belli bir mesafeden ve rahatsız etmeden izlemek elbette güzeldir.
Amma velâkin…
Sakın “şahsiyetlerini” ezmeyin onların!
Bırakınız “hatalı” sorular sorsunlar, bırakınız büyüklerin yanında ikide bir lafa karışsınlar, bırakınız sizi eleştirsinler…
Bırakınız sevdiklerinizi eleştirsinler…
Bırakınız aklındakileri sorsunlar, “Sen ne bilirsin ki, sen o günleri yaşadın mı ki, senin elin ekmek tutsun hele” gibi “şahsiyet ezici” kalıpları kullanmayın.
“Ben senin yaşındayken” gibi lâflarla “geçmişini abarttığınız kendinizden” misaller vermeyin.
Çocuklarınızı “muhafaza” altına almayın; “sahip” çıkın onlara ama “sahiplenmeyin.”
“Şimdiki gençler”le başlayan “ezberlere” itibar etmektense…
Gençlerin de “bazı noktaları” sizden çok daha iyi görebildiğini kabul edin.
Ben gençlerden çok şey öğrendim son yıllarda, hatalarımı azaltmamda çok büyük katkıları var Allah Razı olsun onlardan.