Çocuğunuz Var mı?..
Yazıya niçin böyle bir soruyla girdim bilmiyorum…
İçimden gelmiş olsun, yazacaklarımla ne kadar alakası olur, takdirinize bırakması kolay!..
Anılar, anılar…
Kenyalı Muhammed, üniversite eğitimi için geldiği memleketimizdeki ikinci haftasında “Sizin gençler niçin bu kadar çekingen?” diye sormuştu.
Gel de anla ne demek istediğini!..
X
Muhammed’i anlatarak devam edeyim yazıya:
Annesi Etiyopyalı, Babası Kenyalı, İngilizce’yi ve “yerel dil”lerden ikisini biliyor, epeyce bir süre Suudi Arabistan’da yaşamışlar iş gereği, oradan da Arapça’yı almış.
Aile’de bir gelenek varmış; Hafız Baba, çocuklarına Kur’an ezberletirmiş, çocukların en büyüğü bir küçüğüne, o bir küçüğüne, derken bütün aile hafız olurmuş…
Muhammed, 18 yaşındayken Avustralya’ya gitmiş eğitim için…
Babası uçak biletini almış ve cebine de iki ay geçinebileceği kadar para koymuş, iki ay içinde mecburen iş bulsun ve okul masraflarını kendisi halletsin diye.
Avustralya’da iki sene kadar kalmış, bir yandan okuluna devam ederken diğer yandan da harçlığını çıkarmış, hem kendini geçindirmiş hem de eve biraz para göndermiş.
Oradan da Türkiye’ye uzanmış üniversite okumak için.
Kendisiyle Türkiye’ye gelişinin ikinci haftasında, Ankara MÜSİAD’da karşılaştık, oraya uğramış, tanışmak için!..
Sonra epeyce konuştuk, “Büromuza bekleriz!” dedik, iki sene kadar sürdü bizi ziyaret edişleri.
Malûm, “dil” nankör, unutmayı engellemek açısından da iyi oluyor bu türden muhabbetler…
Bu sohbetler sırasında bizim gençliğin durumu gündeme geldi sık sık.
Eğitime dair meselelerimiz…
Dedi ki birkaç vesileyle;
“Aşırı korumacı bir aile yapınız var. Bizde de çoğu aile başı boş bırakıyor, bu da çok zararlı. Dengesini bulmak lazım. Çocukları korumak iyidir ama her şeylerine karışmak, sürekli olarak denetlemek, ikide bir kaş çatmak, parmak sallamak çocuklarda öz güven eksikliğine sebep oluyor. Çocuk yanlış yapmayayım diye kabiliyetlerini açığa vuramıyor. Açığa vurulamayan kabiliyetler de bir süre sonra köreliyor! Benim büyüklerim de bana sahip çıktı ama benim de bir şahsiyetim olduğumu görmezden gelmedi. Hareket alanımızı çok kısıtlamadı, bizim de belli kurallarımız vardı ama özgürlük alanımız da vardı.”
Muhammed, bizim gençlerin kendisiyle ‘İngilizce’ konuşmaya çekindiklerini söylerdi.
“İngilizceleri genellikle az ama bu kadarı bile anlaşabilmek için yeterli. Beş kelime bilsen bile konuşmaya başlayabilirsin ama Türk gençleri, ‘Yanlış konuşurum ya da konuşamam da mahcup olurum’ diye çekiniyor, bu da dillerini geliştirmelerine engel oluyor!’
Muhammed gelir gelmez, “Türkçe” konuşmaya başlamıştı, ne kadar kelime biliyorsa o kadarıyla…
Çat pat, ama öz güvenle, yanlış yapmaktan korkmadan!..
Altı ay içinde epeyce konuşur hale gelmişti, bir sene sonunda da neredeyse bizim gibi.
Bizim gençler, yani hepimiz, “Bilenlere rezil oluruz!” korkusuyla konuşmaktan çekiniyoruz.
(“Lisan” bilenler de öyle kasılıyor ki gerilmemek çok zor!..)
Muhammed’in Türkçe’yi hızla öğrenebilmesinde, benimle ve bazı meslektaşlarımla tanışabilmesinde, bununla da yetinmeyip Ankara’nın sanayi bölgeleri OSTİM’de, İvedik’te tanıdıklar edinebilmesinde şüphesiz “şahsiyetini ezmeyen, kabiliyetlerini yok etmeyen” ailesinin büyük hissesi vardır…
Böyledir mutlaka, devam edelim…
Efendim;
Türkiye’deki üniversite ortamını ‘verimsiz’ bulup bir başka ülkeye geçtikten ve oradan mezun olduktan sonra memleketine dönmüştü Muhammed, gider gitmez de oradan mesaj atmıştı.
Ne güzel;
Yıllar önce MÜSİAD ziyaretimizde rastladığımız Muhammed, epeyce büyük çapta bir iş adamı olmuş!..
Türkiye ile bilhassa da OSTİM çevresi ile iş yapıyormuş; buradan Kenya’ya, Etiyopya’ya ve diğer bölge ülkelerine inşaat ve alt yapı işlerinde kullanılan makinelerden "İthal" ediyormuş...
İhracat-ithalat, İnşaat Şirketi varmış…
Geçenlerde Türkiye’ye gelmiş¸ beni aradı…
“Babam biraz hasta, Kenya’dan buraya getirdim. Ümitköy taraflarında bir sağlık merkezinde tedavi görüyor, Koru Hastanesi’ne götüreceğim, seni de bir görmek isterim abi, özledim!” dedi.
Buluştuk…
Epeyce konuştuk, Türkçe ağırlıklı.
Kardeşleri de okumuş, iş sahibi olmuş…
“Türkiye’yi çok seviyorum, bu memleketin insanlarını çok seviyorum. Ülkenizin gerçekten de bir küresel güç, bir süper güç olması için dua ediyorum, zira siz Ümmet’in umudusunuz!” dedi.
Eski günlere döndük ve eski sohbetlere…
“Bizde Müslümanlar azınlıkta, sizde ise çoğunlukta, bu büyük avantaj!” dedi.
Büyük avantaj da…
Ah eğitim ve kültür işleri, ah yap boz tahtaları!..
Muhammed ile uzun uzun sohbet etmek isterdim
Lakin, işlerim vardı, Muhammed de hastanın yanına gitmeliydi, birlikte gittik ve ayrıldık.
Cuma günü bir vakfımızda sohbet vardı, “gençlik” üzerine…
Ben...
Coşkulu şiirlerle “gaz veren” , “ayran kabartan” beyler gibi yapmadım.
“Çocuklarımızın kabiliyetlerini köreltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bebeklik dönemlerinden itibaren sürekli olarak kaş çatıyor, sürekli olarak onu yapma bunu etme diyor, sürekli olarak işaret parmağı gösteriyor, her şeylerine ama her şeylerine karışıyoruz.
Bu okulda da böyle devam ediyor ve askerlikle, evlilikte de…
‘Rahaaaat, hazrollll!’
Okul sıralarında bile!..
‘Rejim’ vurgusu çok baskın, çok disiplinli, çok ideolojik, sürekli olarak bastırıyor her dönemde…
Okullar adliye binaları, suratlar ise mahkeme duvarları gibi…
Sesler çok yüksek, hep kızan birileri var, kaşlar umumiyetle çatık…
Her yerde büstler, heykeller…
Hepsi çok kızgın…
Okula adım atar atmaz geriliyor bebek!..
Hep “kahramanlar” ve hep “kahramanlıklar”, hep “marşlar” ve hep “yiğitlik” ve hep “gerginlik”…
Ve daimi kontrol, “O şunu giymiş, bu bunu giymiş!”
“Bak sen ne demiş”!..
Çocuk…
İzliyor…
Ve…
“Nasıl bir dünyaya geldim ben böyle!” diyor…
Sonunda da…
“İdareci” bir tip olmaya karar veriyor!..
El, pençe, divan…
Hadi gel sen de yuvarlan!..