Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Aralık 2019

Cive Pakistan

Orada bir ülke var uzakta; kardeş bildiğimiz, yakından tanımadığımız halde dost dediğimiz, en zor günlerde yanımızda hissettiğimiz Pakistan. Gitmesek de, görmesek de Türkiye’yle birçok açıdan aynı kaderi yaşayan, aynı hayali kuran “kadim dost” Pakistan. Balkan Savaşları’nda, Birinci Dünya Savaşı’nda ve Milli Mücadele günlerimizde kollarındaki altın bilezikleri sıyırarak, kulak memesini yırtarak altın küpelerini Osmanlı’ya gönderen kadınların yaşadığı Pakistan.

Mekke’deki “Büyük Kongre”de tanıştığım, Osmanlı deyince içlerindeki hüznü unutup gözleri parlayan Pakistanlı güzel insanlar topluluğunun fotoğrafı hâlâ hafızamda mıh gibi çakılıdır. Hele Allah’ın Evi’ni tavaf ederken Rükn-i Yemânî’yi istilâm edip Hacer’ül Esved’e tâzimle bûseler kondurduğumuz, Mültezem’e göğsümüzü yaslayıp Evin Sahibi’ne birlikte ilticâ ettiğimiz Hâfızı unutmak ne mümkün.

DEİK/ Türkiye-Pakistan İş Konseyi Başkanı Atilla D. Yerlikaya tarafından kaleme alınan, önsüzü Pakistan İslâm Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dr. Arif Alvi tarafından yazılan ve Kırmızı Kedi Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan “Cive Pakistan”ın (Çok Yaşa Pakistan) satırları arasında ilerlerken insan kendini “mâzi deştikçe kanayan bir yaraymış meğer” demekten alamıyor. Ve “İyi dost; iyi günde çağrıldığında, kötü günde ise çağrılmadan gelendir”in ne mânâya geldiğini yaşanmışlıkların izini sürdükçe daha derinden hissediyor.

Uzun yıllar Pakistan’da görev yapan Atilla D. Yerlikaya, Cive Pakistan kitabında Türkiye’nin uzaktaki kardeşi Pakistan’ın dününü ve bugününü “Anadolu İrfanı”yla harmanlayarak “7 İnsan, 7 Tarih ve 7 Mekân” üzerinden anlatıyor.

Yerlikaya beyefendinin vefa damlayan kaleminin ucuna takılıp, tıpkı Anadolu’yu gezer gibi taştan ve topraktan mülhem olanı, insanı ve insana dair her şeyi temâşâ etmeye başlıyorum.

Pakistan’dan bahsedildiğinde, gönül hanemizden dilimize firar eden ilk cümle “Cive Pakistan”dır. Neden Cive Pakistan? İzini sürmeye çalışalım…

***

Hilafet Hareketi, Osmanlı’nın yaşaması için çok çırpındı

17 Ekim 1919 tarihi, Hilafet Hareketi Komitesi tarafından bütün Hindistan’da Hilafet Günü olarak ilan edilmişti. Bu günde hilafetin güvenliği ve bütünlüğü için dualar yapıldı ve protestolar düzenlendi. Genel grev, İngiliz mallarını boykot etme gibi eylemlere yalnızca Hint Müslümanları değil, Hindular da katıldı.

Hilafet Hareketi, İngiliz Hindistan’ında yaşayan Hint Müslümanlarının Birinci Dünya Savaşı sonrası çöküntüye uğrayan Osmanlı halifesinin yeniden etkin bir siyasi otoriteye sahip olmasına yardım etmek amacıyla ortaya koydukları mücadeleydi.

Hilafet Hareketi, 1919-1924 yılları arasında çalışmalarını sürdürmüş olsa da kökleri çok daha eskilere dayanmaktadır. 1526 yılında kurulan Babür İmparatorluğu döneminde İslâm dini tüm alt-kıtada etkili olmuş ve yüzlerce büyük İslâm âlimi yetişmişti.

Kısa süreli bir Sih hâkimiyetinden sonra bölgeyi kontrol altına İngilizler burada bir sömürge devleti kurdular. İngiliz Hindistan’ındaki emperyalist yönetim hayatın her alanında değişiklikler yapıyor, kendi kültür ve yaşayışlarını yerli halka da yaymaya çalışıyordu. Bu gelişmeler karşısında tehlikenin büyüdüğünü fark eden Müslümanlar, yıllar sonra ortaya çıkacak Hilafet Hareketi’nin köklerini oluşturmaya başladı.

İngiliz sömürgesi altında ve Hindu çoğunluğun içinde yaşayan Hindistan Müslümanları, dönemin tek bağımsız Müslüman devleti olan Osmanlı’ya ve onun padişahı halifeye gönülden bağlıydı. Eğer olur da Osmanlı yok olursa, Müslümanları uluslararası arenada temsil edecek, onların saygı görmelerini sağlayacak bir dayanak noktasının kalmayacağını düşünüyorlardı.

Önce 1911 yılındaki Trablusgarp Savaşı, bir yıl sonra da Balkan Savaşları sırasında Müslüman halk, Osmanlı Devleti ve Müslüman kardeşleri için meydanlarda kampanyalar düzenleyerek bağışlar topladılar.

Burada bir parantez açalım. Sonra konumuza kaldığımız yerden devam edelim.

***

Bir Millî Mücadele Kahramanı Abdurrahman Peşaveri

(Orada bir ülke var uzakta; kardeş bildiğimiz, yakından tanımadığımız halde dost dediğimiz, en zor günlerde yanımızda hissettiğimiz “Cive Pakistan” dememize vesile olan kahramanların arasında adından sık sık bahsedilen birisi vardır; Abdurrahman Peşaveri.

Abdurrahman Peşaveri, 1886 yılında Peşaver kentinde dünyaya geldi. Dünyanın ilk Kızılay’ı olarak anılan Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin Hindistan’daki kolu, Birinci Balkan Harbi sırasında Osmanlı ordusuna yardım etmek ve halk tarafından toplanan bağışları iletmek için İstanbul’a bir tıbbiye heyeti yolladı. Bu on kişilik gönüllü topluluğunun içinde Abdurrahman Peşaveri de vardı.

Peşaveri, İstanbul ve Anadolu’da cereyan eden olayların Hindistan’a iletilmesi için bir haberci gibi çalıştı. Rauf Bey’in yardımıyla gizlice Anadolu’ya gitti ve Millî Mücadele’ye katıldı. Millî Mücadele’nin her aşamasına tanıklık eden Anadolu Ajansı’nın kurucuları Halide Edip ve Yunus Nadi’nin yanında ilk resmi çalışanı ise Peşaveri’ydi.

1920 yılında temelleri atılan yeni Türk devletinin ilk büyükelçisi olarak, “Fevkalâde Murahhas” unvanıyla Afganistan’a gitti. Büyükelçiliği sırasında, 1921 yılında, Moskova’nın imzalanan Türk-Afgan dostluk Antlaşması, TBMM’nin ilk kez bir yabancı devlet tarafından tanınmasını sağlamasıyla tarihe geçti. Peşaveri, 1922 yılında büyükelçilik unvanını Fahreddin Türkkan Paşa’ya (Medine’yi müdafaa eden ünlü kumandan) devrederek İstanbul’a döndü.

1925 yılında bir suikast sonucunda hayatını kaybetti. 30 Haziran 1925’te hayata gözlerini yuman ve Maçka Mezarlığı’na defnedilen Millî Mücadele kahramanı bütün sevdiklerini arkada bırakarak memleketinden 4.700 kilometre uzaklıkta bulunan bizlere yardım için koşup gelmişti. Bizler de bu fedakârlığa karşı ruhuna bir Fatiha gönderme kadirşinâslığını esirgemeyelim.)

***

Milli mücadelemize destek için kulaklarındaki küpelerini gönderdiler

1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığında Hint Müslümanlarının savundukları konum daha da zorlu bir hale geldi. Müslüman liderler, Osmanlı padişahına savaşa girmemesi için telgraf çekse de umutları boşa çıktı. Savaş engellenememişti. Hindistan Müslümanlarının Hilafet Hareketi, dönemin halifesi Mehmed Reşat’ın cihad çağrısıyla daha da güçlendi. Himayesi altında oldukları İngiltere onları Irak Cephesi’ne göndermek istediğinde karşı çıktılar, ayaklandılar. Zorla orduya alınanların çoğu kaçarak Türklerin yanında savaştı.

Halife’nin bulunduğu İstanbul İngiliz işgali altına giriyor, Osmanlı topraklarının parçalanıyor, Halifelik makamının bulunduğu İstanbul’un ve Kutsal Toprakların gayrimüslim devletlerin sömürgeleri haline geldiği Sevr Antlaşması imzalanıyordu.

Gandi’nin gözünde Hilafet Hareketi, Hindu ve Müslümanları İngilizlerin sömürü ve otoritesine karşı bir araya getirmek için bir fırsattı. 1919-1922 yılları arası sömürge yönetimine karşı Hint ve Müslüman birliğinin altın çağı olarak görülür. Bu süreçte Hindistan halkı Türk Kurtuluş Savaşı’na destek vermeye de devam ediyordu.

Osmanlı’nın son dönemlerinde halifeyi koruma amacıyla ortaya çıkan Hilafet Hareketi, Batılı emperyalist güçlere karşı bağımsızlığı savunan Millî Mücadele sırasında da desteğini sürdürdü. Türk Kurtuluş Savaşı, Hilafeti ve halifeyi kurtarma mücadelesi olarak görülüyordu. Müslüman halk İngilizlerin ordusuna katılmayı, Türklere karşı savaşmayı reddediyordu. Orduya zorla alınanlar ise savaş sırasında Türk saflarına katılıyordu.

Hint Hilafet Hareketi liderliğinde, Türk Millî Mücadele Hareketi’ne maddi yardımda bulunmak amacıyla bağış toplama komitesi kuruldu. Hint Hilafet Komitesi aracılığıyla, halkın elinde avucunda ne varsa bağışlaması sayesinde, yaklaşık 1,5 milyon sterlinlik yardım gönderdiler. Hatta bazı kadınlar kollarındaki altın bilezikleri sıyırarak, kulağından çıkmayan altın küpelerini kulak memelerini yırtarak bağışta bulundular. Silah, cephane, ilâç ve yiyecek desteği sağlamak için halktan alınan bağışlarla oluşturulan fon Ankara’ya ulaştırıldı. Bağışlar Türk İstiklâl Savaşı (Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz) sırasında ordunun ihtiyaçlarını karşılamak, savaş sonrası zarar gören köylülerin yaralarını sarmak için kullanıldı. Geriye kalan meblağ da 1924’te İş Bankası’nın kuruluş sermayesi oldu.

Son darbe, zaferle sonlanan Türk Kurtuluş Savaşı’nın ardından önce saltanatın, daha sonra 1924 yılında Hilafetin kaldırılmasıyla geldi. Sonrasında Hilafet makamının nasıl geri getirilebileceğiyle ilgili tartışmalar bir müddet sürse de Hilafet Hareketi liderlerinin kapısını çalan bir başka ülkü vardı; PAKİSTAN’IN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ.

***

200 yıllık İngiliz hegemonyası; kan ve gözyaşı

22 Aralık 1939, Muhammed Ali Cinnah başkanlığındaki Müslüman Birliği tarafından “Kurtuluş Günü” ilan edilmişti.

Pakistan devletinin bağımsızlığını ilan ettiği ve resmi olarak kurulduğu tarih 14 Ağustos 1947’dir. Bir gün sonra, 15 Ağustos 1947’de Hindistan’ın da bağımsızlığını ilan etmesiyle 200 yıllık İngiliz hegemonyasının ardından Hint alt-kıtası sonunda özgürlüğüne kavuşmuştu.

Müslümanlar, nüfusun yüzde 25’ini oluşturduğu İngiliz Hindistan’ında en büyük azınlık konumundaydılar.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İngiltere ekonomisi harap haldeydi. Ülke hazinesi iflas etmişti. İngilizlerin alt-kıtayı barış içinde bırakmayacağı ve bölünmemiş bir bağımsız Hindistan’ın kurulamayacağı belli olmuştu.

Bölünmenin gerçekleşeceği belli olduğunda insanlar silahlandılar, yıllardır aynı mahallede yaşayan komşular birbirini katletti. Şehirler, köyler kan gölüne dönerken İngiliz askerleri olayları kışlalarından seyretti.

Pakistan 14 Ağustos 1947’de bağımsızlığını ilan ettiğinde yeni kurulan devletin sınırlarını Philip Mountbatten ve Cyril Radcliffe dışında kimse bilmiyordu. 1971 yılında ise bağımsızlığını ilan eden Bangladeş devleti kurulacak ve bu süreç Hindistan ile Pakistan arasında bir savaş nedeni olacaktı.

Bölünme isyanları, kitle zayiatlarını ve büyük bir göç dalgasını beraberinde getirmişti. Kendini sınırın yanlış tarafında bulan milyonlarca insan kontrolsüz bir göçe başladı. Müslümanlar Pakistan’a doğru yola çıkarken, Hindular ve Sihler Hindistan’a doğru gidiyordu. Birçoğu gideceği yere ulaşamadı. Yaklaşık 15 milyon insan mülteci konumuna düşmüştü. Bölünme sonrası hayatını kaybeden kişi sayısının 700 bin ila 2 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor.

72 yıl önce iki ülke arasında çizilen ve kanlı bir ayrılığı getiren sınırın yaraları hâlâ etkisini gösteriyor.

***

Millî Marşlarına bağımsızlıktan 7 yıl sonra kavuşabildiler

Burada bağımsızlıktan bahsederken bir dipnot düşmekte fayda var. Bir ülkenin olmazsa olmazı Millî Marşı.13 Ağustos 1954 tarihinde bağımsızlığın ilan edilmesinden tam 7 yıl sonra, Pakistan Millî Marşı resmî olarak ilan edildi ve ilk kez Radyo Pakistan’da yayınlandı. Ulus inşasında önemli bir etken sayılan millî marşa sıra ancak 1948 yılının Aralık ayında gelebildi. Ulasal dil Urduca olarak belirlenmiş olsa da ülkenin genelinde bir dil birliğinin olmaması süreci uzatıyordu.

Ünlü şair Hafeez Jalandhari’nin yazdığı sözler “Pak Sar Zameen” (Kutsal Ülke), 723 seçeneğin arasından Millî Marş Komitesi tarafından kabul edildi. Pakistan Millî Marşı, Bağımsızlık Günü’nün 7’nci yıldönümü arifesinde, 13 Ağustos 1954’te Hafeez Jalandhari’nin kendi sesiyle ulusal radyodan yayınlandı.

***

1947’den beri kanayan yara; Keşmir

İngiliz Hindistan’ının bölünmesinin, Hindistan ve Pakistan devletlerinin bağımsızlığını ilan etmelerinin üstünden henüz 3 ay geçmemişti ki, yeni kurulan iki devletin orduları 1947 yılının Ekim ayında, Keşmir bölgesinde karşı karşıya geldiler. Yıllar içinde süregelen müzakerelere rağmen 3 savaşa ve sayısız sivil ölümüne neden olan “Keşmir Sorunu”, Hindistan ve Pakistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesindeki en büyük engellerden biri olmaya devam ediyor.

Hint alt-kıtasının kuzey ucunda bulunan, günümüzde Pakistan, Hindistan ve Çin devletleri sınırlarıyla çevrili Keşmir bölgesinin geçmişi alt-kıta tarihiyle iç içe. Hinduizm ve Budizm için önemli bir merkez olan bölgede İslâmiyet’in yayılması 13. yüzyılda başladı.

Keşmir halkının bağımsızlık mücadelesinin Hindistan ve Pakistan devletleri kurulmadan önce başladığı söylenebilir. Pakistan ile Hindistan sınırında stratejik bir bölgede yer alan Keşmir Prensliği, Hindu Maharaja tarafından yönetilse de halkın çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu. 1941 nüfus sayımına göre nüfusun yüzde 77’si Müslüman, yüzde 20’si Hindu, yüzde 3’ü Sih ya da Budist’ti. Pakistan, nüfusunun yüzde 70’i Müslüman olun bu prensliği topraklarına katmakta kararlıydı. Bu yüzden Pakistan Hindistan’la savaşa girişti, savaş sonucu her iki taraftan da yaklaşık 1500 asker hayatını kaybetti. Pakistan Keşmir’in “Azad Kashmir” (Özgür Keşmir) adını verdiği batı bölgesini ve kuzeydeki Gilgit-Baltistan bölgelerini içeren üçte birlik bölümünü kontrol altına alırken Hindistan, içinde Keşmir Vadisi, Cemmu ve başkent Srinagar gibi önemli şehirleri bulunduran üçte ikilik kısma sahip oldu.

Keşmir’in Pakistan ile ortak sınırının 1174 kilometre olmasına karşılık Hindistan ile sınır yalnızca 510 kilometre olmakla birlikte çok büyük bir kısmı dağlık alanlarla çevrili olduğu için ulaşıma da elverişli değildi. Çok daha önemlisi Pakistan’ın en önemli temiz su kaynağı olan İndus Nehri, Keşmir topraklarından doğar. Topraklarının yüzde 90’dan fazlası kurak ya da yarı kurak olan bir ülke için bu su kaynağının ne kadar değerli olduğunu anlamak güç değil.

1960 yılında iki devlet arasında yapılan İndus Anlaşması’yla rezervin yüzde 80’inin Pakistan kontrolüne verilmesine, kalan yüzde 20’ninse Hindistan tarafından Cemmu ve Keşmir eyaletinde kullanılmasına karar verildi. Keşmir sorunu ne zaman yeniden alevlense Hindistan, İndus Nehri üstündeki coğrafi hâkimiyetini Pakistan’ı tehdit etmek için kullandı, kullanıyor.

1962-63 yılları arasında bu kez Hindistan ile Çin, Keşmir toprakları için karşı karşıya geldi. Savaştan üstün çıkan Çin, Keşmir’in nüfus yoğunluğunun az olduğu kuzey doğu uç bölgesini ele geçirerek buraya Akasai Çin adını verdi. Bu olayların ardından 1965 yılının Ağustos ayına gelindiğinde Pakistan ile Hindistan arasında Keşmir’de sınır bölgesinde gerginlik yeniden artarak savaşa dönüştü. Savaş yalnızca 17 gün sürmesine rağmen binlerce kişinin ölümüne yol açmıştı.

Türk hükümeti 1965 savaşı sırasında Pakistan’a 5 milyon dolar değerinde silah ve cephane yardımı yaptı. Türkiye yıllar içinde Keşmir sorunu konusunda Pakistan’ın resmi talebini, yani bölgede Birleşmiş Milletler denetiminde özgür ve tarafsız bir halk oylaması talebini desteklemeyi sürdürecekti.

Stratejik konumuyla bölgesel güç mücadelelerinin odağına yerleşen Keşmir bölgesi, yıllar içinde sayısız terör olayı, insan hakları ihlalleri, isyanlarla sarsılmayı sürdürüyor. Keşmir sorunu hâlâ çözüme ulaşmış değil. Bu bölge, günümüzde dünyada en tehlikeli sınırlardan biri ve en çok güvenlik gücü barındıran yer olarak derecelendiriliyor. Cammu ve Keşmir anlaşmazlığı neredeyse 72 senedir devam ediyor. Hindistan ve Pakistan arasındaki anlaşmazlık için bir tehdit unsuru ve bölgesel barış açısından büyük sorun odağı. Çünkü iki nükleer silahlı devlet, bu patlama noktasında birbirini tartıyor.

Keşmir, 1947’de gerçekleştirilen Hindistan ve Pakistan ayrışmasının (İngiliz politiğinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği “böl, parçala, yönet” taktiğinin bir örneği) tamamlanamamış bir parçası olmayı sürdürüyor. İngilizlerin 200 yıl sömürdükten sonra Keşmir’de bulandırdığı İndus Nehri’nden o gün bugündür hâlâ suyla birlikte Müslümanların kanı ve gözyaşı akmaya devam ediyor.

***

Âkif bizim için neyse İkbal de Pakistan için odur

Bir ülkeden bahsediyorsak eğer, o ülkenin tarihine, kültürüne, sanatına, bilimine yön veren insanları da tanımak gerekir. Bu anlamda Pakistan deyince ilk akla gelenlerden birisi hiç şüphesiz ülkenin manevi kurucusu Muhammed İkbal’dir.

9 Kasım 1873 yılında Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Sialkot şehrinde dünyaya gelen Muhammed İkbal’in aldığı tüm pozitif eğitime ve dünya görüşü ve bilgisine rağmen hatırından çıkarmadığını söylediği baba sözü, “Kur’an-ı Kerim’i anlamak istiyorsan, onun sana indirilmiş olduğunu düşünerek oku” idi. Yaşamında Müslümanları İslam’ı öğrenmeye çağıran dava adamı, “Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm’ın asıl kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’tir” diyordu. Kurduğu benlik felsefesini 3 temel üzerine inşa ediyordu; Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî.

Muhammed İkbal dünyanın en tanınan üniversitelerinden Cambridge’de felsefe ve iktisat okur. Ardından Londra’da üç sene kadar Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde ve felsefe bölümünde hocalık yapar. Londra’da İslâm konusunda verdiği konferanslarla tanınır. 35 yaşına geldiğinde ise Cambridge’de profesör olur. 1908’de Hindistan’a döner. Politik bir aktivist, entelektüel, tanınan bir felsefesi ve toplum önderi olarak tüm kesimlerden büyük saygı görür.

Gençliğinden itibaren İslâm dininin her yönüyle ilgilenmeyi görev bilen İkbal, Türk milletinin izlediği yolu da, dikkate değer bulur. İkbal, bu ilgisini daha 1915’te Çanakkale şehitleri için yazdığı şiirinde dile getirir. Bu şiirini Lahor’da bir topluluğa okurken duygulandığı, dinleyenleri gözyaşları içinde bıraktığı söylenir. İkbal, bu tarihi şiirinde, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine, Cennet’te bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Çanakkale şehitlerinin kanının bulunduğu şişeyi Hz. Peygamber’e sunar:

“Dedi Hz. Muhammed (s.a.v.)

Cihan bahçesinden bana bir koku gibi yaklaştın,

Söyle bana ne gibi bir hediye getirdin?

Dedim: Ya Muhammed (s.a.v.) dünyada yok rahatlık

Bütün özlemlerimden umudu kestim artık

Varlık bahçesinde binlerce gül, lale var

Ama ne renk, ne koku... Hepsi de vefasızdır

Yalnız bir şey getirdim kutlanmıştır tekbirlerle

Bir şişe kan ki, eşi yoktur namusudur, vicdanıdır

Buyurun, bu Çanakkale şehidinin kanıdır.”

(Tevafuka bakın ki, İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif de, “Çanakkale Şehitleri”ne şiirini olayların cereyan ettiği Çanakkale Savaşları’nı hiç görmeden Hicaz yolunda; ay bedir halindeyken, çöl gecelerinin parlak yıldızları semayı aydınlatırken yazacaktı.)

Muhammed İkbal’in hiç gelip görmediği topraklarımıza ve bağımsızlık mücadelemize verdiği koşulsuz destek, biz Türklerle Pakistanlılar arasında ebedi kardeşliğin mührüdür. Büyük bir şair, felsefeci ve dava insanı olduğu tartışılmaz Muhammed İkbal’in Türk milleti nazarında sahip olduğu itibar ve sevginin nedenlerinden biri de Kurtuluş Savaşı yıllarında Pakistan halkını Türk Millî Mücadelesi’ne destek vermek için örgütlemesi ve millî mücadelede kullanılmak üzere alt-kıta Müslümanlar halkının topladığı 1,5 milyon sterlinin Türkiye’ye yollanmasına öncülük etmesidir.

Doğu’nun Şairi” İkbal’in en dikkat çeken felsefesi umuda yaptığı vurgudur. Gelişmek ve yükselmek için, Müslümanların bağımsız düşünmeleri gerektiğini savunur. İngiltere hükümetinin sömürgesi durumunda olan Hindistan’daki Müslüman uyanış hareketinin en etkili isimlerinden biri olur. Bu yönüyle İkbal’in Pakistan maneviyatındaki yeri bizim gönlümüzdeki İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un makamıdır.

1926-33 yılları arasında, Hint Müslümanlarının bağımsız bir devlet kurması düşüncesinden ilk kez söz eden kişi olarak tarihe geçer. İkbal’in hayalini kurduğu bağımsız ülkeyi görmeye ömrü yetmez, fakat onun konuşmasından 17 yıl sonra Pakistan devleti kurulur. Bu büyük şair ve düşünürün Pakistan’ın kuruluşunda attığı temelleri hayata geçirmek, Muhammed Ali Cinnah’a nasip olur. İkbal’in Cinnah ile ilişkisinin oldukça iyi olduğu ve hatta Cinnah’ı İngiltere’den dönüp Müslüman Birliği’nin başına geçmeye ikna edenin de İkbal olduğu söylenir. Ölümünden 9 yıl sonra kurulan Pakistan devletinin “Manevi Lideri” olarak kabul görür. 21 Nisan 1938’de uzun bir hastalığın ardından hayata veda eder ve Lahor’da bulunan Padişah Camii’ne defnedilir.

***

Bir ülkeye adanan ömür; Muhammed Ali Cinnah

Ömrünü milleti için bir devlet kurmaya adayan dost Pakistan’ın kurucu lideri Muhammed Ali Cinnah’ın mücadelesi ve ilkeleri ülkesine bugün de yol göstermeye devam ediyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinin ardından, yeniden şekillenen bir dünyada kurulan Pakistan, ahlâkî ve entelektüel bir gücün ve silahtan ziyade inancın, kalemin, müzakerenin ve hukukun bir zaferidir.

Pakistan’ın kalbinde Muhammed Ali Cinnah’ın yeri ayrıdır. Hem hukukçu zekâsı, hem de diplomatik dehası ile İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz İmparatorluğu’nu, alt-kıtanın büyük ortağı Hint komşularını ve uluslararası kamuoyunun dengelerini ve beklentilerini maharetle yöneterek Pakistan devletinin kurulmasını sağlamıştır. Bu nedenle halkının da adlandırdığı isimle “Büyük Lider” Cinnah’ı, tanımadan Pakistan’ı tam olarak anlamak mümkün değildir.

Muhammed Ali Cinnah, 25 Aralık 1876’da Karaçi’de dünyaya gelir. Evde Gucerat dili ve Kur’an-ı Kerim öğrenir. Liseyi bitirdikten sonra Londra’ya giderek hukuk okur. 19 yaşında okulu bitirdiğinde alt-kıtadan çıkan en genç hukukçu unvanını alır. Daha sonraki yıllarda hem siyaset adamı, hem politik aktivist, hem de bir hukukçu olarak her kararının altında adalete ve meşru zeminde yapılacak mücadeleye olan derin inancının izlerini takip etmek mümkündür.

Etkileyici İngilizcesi ve hatiplik yeteneği davalarda onu öne çıkarır ve büyük ününün temelleri mesleğinin ilk yıllarında atılır.

1910 yılında yasama meclisine Bombay’dan üye seçilir. Hindu-Müslüman birliği için çalışır. Kısa zamanda tanınan politikacılar arasına giren Cinnah, tüm alt-kıta halklarının özgürlüğü için mücadele bayrağını taşır.

Müslüman Birliği başkanlığına ikinci kez seçilen Cinnah, Lahor’da 23 Mart 1940 yılında bir kongre toplayarak bağımsız devlet kararını ilan eder. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yorgun düşen İngiltere, alt-kıtadaki bağımsızlık taleplerine karşı koyamaz. Böylece 14 Ağustos 1947’de Pakistan bağımsız bir devlet olarak kurulur.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni destekleyen Cinnah, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Türkiye’yi yakından takip eder. Pakistan’ın kurulmasından sonra diplomatik ilişkide ilk sırayı Türkiye Cumhuriyeti’ne verir.

Hayatının son 20 yılını İngiliz sömürgesinin sonlanmasına, Hindistan’daki Müslüman nüfusun kendi kimliğiyle var olmasına adar. Bağımsız Pakistan devletinin ilan edilmesi sonrası ilk devlet başkanı olan Muhammed Ali Cinnah yaklaşık 1 yıl sonra, 11 Eylül 1948’de, verem hastalığından hayata gözlerini yumar. Naaşı Karaçi’de Mezar-ı Kaid’e defnedilir.