Çırak lâzım!
Geçen hafta mobilya sektöründen arkadaşlarla
konuştuk.
Düğün sezonunda olmamıza rağmen satışların
yetersizliğinden, sattıkları malı yerine koyamamaktan filan şikâyetçi oldular.
Bir de “işe
yarar eleman” bulamamaktan.
Biri “Abi
yaz” dedi;
“Herkes ille de üniversiteye gidecek. Herkes ille de
dört yıllık bir bölüm bitirecek. Piyasada milyonlarca üniversite mezunu var.
Mühendis birikti, her yer mühendis. Bu çocuklara da yazık, mühendisler ama
mühendis yerine konulmuyorlar. Bir yere yüz ara eleman lâzımsa, üç mühendis
lâzım. Şimdi, ‘işini iyi yapan ara
eleman’ sıkıntısı var, her yer mühendis dolu, herkes üniversite mezunu.
İş de, para da beğenmiyor hâliyle üniversite mezunu genç.
E tabi, onca yıl okumuş, dirsek çürütmüş, ailesine
masraf ettirmiş.
Hayaller kurmuş.
Tutup asgari ücrete çalışacak değil ya?”
Bir başkası…
“Asgari
ücret de veremem usta!” diye araya girdi:
“Asgari
ücret arttı da arttı. Şimdi, ben üniversite mezunu da olsa, hiçbir işime
yaramayacak kişiye niçin asgari ücret vereyim? Bir asgari ücretlinin bana
maliyeti ne kadar? Üniversite mezunu mesleksiz genç, asgari ücretle çalışmak
istememekte haklı ama ben de onu işe almamakta haklıyım!”
*
Esnaf arkadaşımız hararetle konuşurken sözünü
kestim…
“O
yaştan sonra asgari ücretle çalışmak istese ve iş bulsa bile meslek öğrenebilir
mi?”
diye sordum.
“Çok
zor”
dedi, “O yaştan sonra ne söylesen gücüne
gidiyor gencin. Ne yapsın, memuriyete kapak atmaya çalışıyor, bunu beceremezse
bunalıma giriyor. Bu işlere temelden eğilmek lâzım abi, mesela meslek eğitimi
niçin ortaokula indirilmiyor? 12 yıl mecburi eğitim, ardından yıllarca
üniversite… Gençlerin neredeyse tamamı buralarda. Üniversitelerin çoğu hayattan
uzak… Hayat da üniversitelere uzak! Mesleki eğitim merkezleri var, onlara da
baktık. İyi ama yetersiz. Piyasanın yetişmiş ara elemana ihtiyacı çok fazla.”
*
Bunları hep konuşuyoruz.
Sitelerde, Ostim’de…
“Eleman”
ihtiyacı olan her yerde, mesleğini iyi yapanlara iyi sayılabilecek maaşlar
teklif ediliyor, asgari ücretin birkaç katı mesela…
Sadece büyükşehirlerde değil, bizim
Kastamonu’nun küçük ilçelerinde bile, kolunda altın bilezik olan işini
rahatlıkla yürütebiliyor.
Mesela…
Bizim nahiyede “sıhhi
tesisat” işiyle uğraşan birkaç kişi
var.
Bunlardan biri çok iyi usta olarak biliniyor.
Evinizde “su
arızası” çıktığında, bu ustayı çağırmak isterseniz, işiniz zor.
“İlle
de o usta gelsin!” diyenler araya adam sokuyorlar, o
derece yani.
Bizim de birkaç kere işimiz düştü, “Abi Vallahi çok yoğunum, yoksa ayıp ettin!”
dedi kardeşimiz.
İki gün bekledik, öyle gelebildi -ki kendileri uzaktan
da olsa akrabamız olur-.
Aynı yerde bir de “elektrikçi” akrabamız var.
O da çok yoğun.
Üzerinde Allah’ın izniyle emeğimiz vardır.
Uzun yıllar evvel, köyden İstanbul’a gelmişti.
Bir tanıdık bulduk, “çırak” olarak elektrikçilik işine başlamasına vesile olduk.
Azimli çıktı, bir sene içinde inşaatlara elektrik
tesisatı döşeme işinde epeyce mesafe kat etti.
İki senede çok iyi usta oldu.
Babasına, üç katlı evi bitirebilmesi için her ay
para gönderdi.
Birkaç yıl geçti.
Hatırı sayılır teklifler aldı.
Hatta, Babası “Yeter
artık, elektrikçilik işini gel de bizim buralarda yap!” dediğinde, bu gence
ihtiyaç duyan müteahhit üşenmedi, 500 kilometre mesafedeki köye gitti.
Genç Elektrik Ustası’nın Babası’ndan, “Yanımda çalışmasına müsaade edin lütfen!”
diye izin istedi.
O genç
şimdilerde, 40 küsur yaşlarında.
Genç yaşta evlenebilme imkânını buldu şükür.
Güzel bir ailesi ve bugünkü şartlarda “orta üstü” denilebilecek kadar bir serveti
var.
İşsizlik diye bir derdi yok, çalışıp gidiyor işte.
Alın teriyle rızkını çıkartıyor Allah’ın izniyle.
Kimseye “yalakalık”
yapmıyor, kimseden azar işitmiyor, kafası rahat…
Her gittiği yerde de itibar görüyor.
*
Eskiden, okumaya azimli genç, üniversiteye devam eder,
mezun olduktan hemen sonra da iyi bir işte çalışmaya başlardı.
Üniversite diplomasının kıymeti çoktu.
Okula devam etmek istemeyen genç de kısa yoldan
hayata atılır, önce “çırak”, sonra “kalfa”, sonra da “usta” olurdu.
İyi ustanın iyi geliri olurdu.
Rahmetli Babam, mobilya sektöründeydi.
O zamanki “kalfaların”
öğretmen maaşı aldıklarını hatırlarım.
İyi ustalar, öğretmen maaşının iki, hatta üç katını
alırlardı.
İş yerlerinde havaları vardı, çıraklar-kalfalar
onlara büyük saygı duyardı.
Patronların gözlerinde de itibarları çoktu.
Sonra…
Bir şeyler koptu.
Mahalle, sokak, aile bitme noktasına geldi.
Küçük esnaf da öyle…
Berberler, “Artık
çırak gelmiyor, iyi berber de pek yetişmiyor” demeye başladı.
Sonrasında, iş arayanların işsizlikten, işverenlerin
ise elemansızlıktan şikâyetçi olduklarını gördük.
Sonra sonra…
Üniversitelerimizin sayısı arttı, “Devrekâni”ye bile üniversite yapıldı.
Her yere üniversiteli gençler doldu.
Esnafların hoşuna gitti bu durum; yeni müşteri, hazır
paralı müşteri.
Her yerde kafeteryalar açıldı, spor salonları
açıldı…
Evler kiralandı, ev kiraları arttı.
Memleketin her yanına yerleşen üniversitelilerin
getirdikleri “hazır” paralar
yüzünden satılık ev bedelleri arttı.
Hemen her genç üniversiteli olabiliyordu artık…
Sonra sonra…
Piyasalarda “İş
arayan çok ama iş yapacak adam yok!”
şikâyetleri arttı.
İnşaat mühendisleri, babalara “Aman çocuğunu sakın inşaat mühendisliğine gönderme, işsiz kalır ya da
çırak maaşlarına çalışmaya mecbur olur!” demeye başladı.
Avukatlar, avukat sayısındaki, başka mesleklerin
mensupları kendi alanlarındaki fazlalıktan şikâyet eder oldu.
Gençler, 12 yıl mecburi eğitim, üstüne bilmem kaç
yıl gayri mecburi eğitim, artı
kaybedilen yıllar filan derken 25 yaşa kadar “öğrenciliğe” devam etti.
Sonra sonra…
Evlenme yaşı iyice yükseldi.
Genç kızlar 25’ten, delikanlılar 28’den evvel
evlenmediler ya da evlenemediler.
Sonra sonra, boşanmalar hızla arttı…
Sonra sonra…
Huzurevlerine bırakılan yaşlıların sayısı hızla
arttı.
Ve günün birinde…
Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan, “Kıta Avrupası’ndan bile dört beş kat hızlı yaşlanıyoruz, bu çok ciddi
bir sıkıntı!” mesajını verdi.
*
Bu kadar yazdık.
Acaba, bazı gençlerin ve anne-babaların,
“İlle
de üniversite, ille de dört yıllık bir bölüm bitirmeye gerek yok. Hayata kısa yoldan
atılmak ve koluna kısa yoldan altın bilezik takmak da bir yoldur. Üstelik bunun
açık öğretimi de var, hem okuyup hem de çalışması var!”
diye düşünmelerine katkımız olur mu?
Aman yanlış anlaşılmasın; okumaya, araştırmaya çok
hevesli, kitabın başından saatlerce kalkamayan, ilim yaparken adeta kendilerini
kaybeden gençler mutlaka üniversiteye ve daha sonrasına devam etmeli de…
“Ana
baba hatırına ya da dört yıllık bir diploma havasına”
olmamalı bu işler…
Üniversite “tutturulan”
bir yer olmamalı…
“Hayatın
dört beş seneliğine dondurulduğu”, “gençlerin aile baskısından kaçıp sığındığı”
bir
yer de olmamalı…
Akademisyenler tıpkı ilkokullarda, liselerde olduğu
gibi “Oğlum dur yapma, kızım dur etme…
Arkadaşına silgi fırlatma” dememeli oralarda…
“Ders
başladı, hâlâ konuşacak mısınız?” dememeli.
*
Üniversite üniversite olacaksa, her üniversiteli “öğrenci” değil de, “talebe” olmalı.
Hadi bakalım, şimdi gel de “öğrenci ile talebe” arasındaki farkı anlat!..
“Boşanma sayılarının artmasıyla bu anlattıklarının
ne alâkası var?” diye soranlar bile olur!
Gel de anlat!