Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.80
Gram Altın
2978.22
BIST 100
9752.4
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
04 Ağustos 2021

Çıkış Yolu 4: Yöntem

Önyargıların gerçeği ürküttüğü, gerçeği bilme korkusunun bilmeyi susturduğu ve hatta değersizleştirdiği, bilenlerin bilmeyenlerin tekmelerine maruz kaldığı, sonradan görmelerin görenleri aşağıladığı toplumlarda ne teori ne de yöntem gelişebilir. Hakikatin geleneği ile geleneğin hakikati arasına sıkışmış ülkemizde ne yazık ki sağlam bir teori ile yetkin bir yöntem bilgisine sahip olunmayışın temel gerekçelerinden biri gerçek ile yüzleşme konusunda yaşanan genetikleşmiş yüreksizliktir. Bu toplumda şüphe her zaman temkinle karışık bir lanetlenme öğesi oldu. Kesin ve keskin bilgiye ulaşmanın en önemli araçlarından biri olan şüphenin lanetlenmesi ve zihin bulanıklığının akrabası addedilmesi hakikate uzanan yoldaki en önemli engeldir. Şüpheyle başlamayan hiçbir yolculuk istikamete erdirmez. Karanlık aralanmadan ışık bulunmaz. Teori kurmanın başlangıç noktası da o teoriyi uygulanabilir kılmanın vazgeçilmez öğesi olan yöntemin çıkış noktası da burası, görünür olanın sorgulanması, basit olanın üzerine çıkarak karmaşık olanın algılanması ve bütüncül bilgiye ulaşmak için tekil bilginin tasnif ve tahlil edilmesidir. Tekilin tümele, özelin genele, sıra dışının sıradan olana kurban verildiği bir memlekette yöntem nasıl gelişsin?

İşte bütün bunlardan dolayıdır ki teori yoksunu bir ülkeyiz. Organize edilmiş berrak aklın ürünü olan özgün üretim bu ülkede neredeyse hiç olmadı. Ne İslam’ın başlangıçta vaat ettiği yorumsamacı yöntemler temellük edildi ne Endülüs’le canlanan ve insanlığa ışık tutan teoriler devralındı ne de Batılılaşma sürecinde Bacon’ın, Descartes’ın veya Spinoza’nın ortaya koyduğu teori ve yöntemlerin dışında, onların yanına konabilecek alternatif fikirler üretildi. Başlangıçtan beri hep Batı tarafından üretilmiş olan teorilerin modelleriyle, o modellerin yerel eklentisi olarak idare edildi ve en iyi taklit en başarılı ürün addedildi. Kuşkusuz taklit edişi bile yüzüne gözüne bulaştıran, olanı olduğu gibi almayı bile beceremeyen bir entelektüel gelenek için bu da bir meziyettir meziyet olmasına ya teorisi ve pratiği taklit veya adaptasyon olanın kendisinden özgünlük beklenebilir mi o da ayrı mesele. Anadolu cephesinde değişen bir şey yok. Dün ne idiysek bugün daha kötüsüyüz. Dün neye sahipsek bugün onun çok daha ıskartası elimizde. Ve belki de çıkış yolu tam da kayboluşun başladığı yerdir, teorinin terk edildiği, yöntemin elinin tersiyle itildiği…

Bir bilgi üretim merkezi olarak değilse de bilgiyi muhafaza merkezi olarak ve ilmiyenin kurumsal kimliğini şahsında cem edişin somut mekanı olan medreseler donukluğun cezasını ilgayla ödedi ve yerlerine üniversiteler kuruldu. Bir değil, on değil bugün ülkenin bütün coğrafyalarına yayılmış iki yüzden fazla üniversite, binlerce fakülte, on binlerce bölüm ve buralarda üretilen yüz binlerce tez var. Enstitüler, araştırma merkezleri, bağımsız araştırma kuruluşları sürekli rapor üretiyorlar ve bunların da içi boş. Sonuç bölümlerine bakın, sadra şifa, derde deva tek bir teori, tek bir yöntem bulabilecek misiniz? Hemen hepsi Amerika başta olmak üzere Avrupa’nın icat ettiği teorilerin uygulama alanının ötesine geçmeyen, bırakın ufuk açmayı, yeni bir bilgi üretmeyi, her sayfasında sayısız cümle bozukluğuna denk geldiğiniz, uyuşuk mayışık bir dille kaleme alınmış, bir başından ötekine savruk, yargıdan uzak, mütereddit bir zihnin ürünü olan ve özünü kes-yapıştırların oluşturduğu dağınık yargı gövdeleri... Bilimin sefil acuzesi eklektisizm almış başını gitmiş… Hayatın hiçbir alanında sağlam bir akılla üretilmiş, organize düşüncenin eseri derli toplu bir teori yok. O teorinin pratiğe aktarılması esnasındaki güçlükleri ortadan kaldırmak ve teoriyi verimli hale getirmek için kullanılabilecek bir yöntem de o yöntemin içine sıkıştırılarak daha az işle daha çok verim elde edilecek teknik de yok. Bu sebeptendir ki söz konusu tezlerin hiçbirinden özgün tek bir teori çıkmıyor. Neredeyse hepsi daha baştan, en başından kurgulanmış olan bir teorinin, neye hizmet ettiği, sonuçlarının ne olacağı ve makro düzeyde dünyayı nereye sürükleyeceğinin sadece kurucuları tarafından bilindiği bir teorinin zayıf cüzü veya soluk varyantı olarak boy gösteriyor, yapana belli bir maddi kazanç ve statü kazandırıyor ve sonra bir daha gün yüzüne çıkmamak, el sürülmemek üzere arşive giriyor. Hiçbiri hayatın her hangi bir alanındaki ihtiyacı karşılama kabiliyeti göstermiyor. Biz üretmiyoruz, sadece üretiyormuş gibi yaparak enerjimizi boşa harcıyor, nefesimizi nafile tüketiyoruz.

Bu ülkenin en büyük sorunu teori ve yöntem sorunudur. Siyasetin de bilimin de sosyal ve kültürel hayatın da kirli bir kabın içinde sürekli renk değiştirmesinin ama nihai aşamada bir türlü durulaşmamasının sebebi budur. Kolektif nihilizmin inancın yerini alması da devasa bir ahlaksızlığın ahlakı susturması da ataletin gayretin yerini alması da teori ve yöntem eksikliğindendir. Bütün bakanlıklar dökülüyor, ilahiyat kendini sürekli pozitif bilimin gelişmelerine adapte ediyor, omurgasından uzaklaşıp bilimin cüzüne dönüşüyor, sosyal bilimler ciddi bir inkıraz içinde, fen ve mühendislik bilimleri ancak taklitle, başkalarının uzattığı koltuk değnekleriyle ayakta durmaya çalışıyor. Hayatın her alanına, her disipline, her bilgi biçimine yönelik yeni ve sağlam teoriler kurmalı, o teorilerin uygulamaya konulmasının yol haritasını veren ciddi yöntemler geliştirilmelidir.

Biraz abartılı mı oldu, fazla mı eleştirdim şahs-ı alilerimizi? Hiç sanmıyorum. Eğer bir teorimiz olsa şu son birkaç günde yaşadığımız orman yangını cehennemine tanık olur muyduk? Her yıl aynı mevsimde, aynı aylar ve günlerde aynı facia yaşandığı halde bir bakanlığı, birçok genel müdürlüğü ve yüzlerce müdürlüğü olan bir kurumsal yapıda teorik akıl ve yöntem bilgisi olsa, alevlerin arasından güç bela nefes alan bir vatandaş yüzünü kameralara dönerek çaresizlik içinde “bize gıda değil tırmık gönderin tırmık” feryadını alevlere kurban verir miydi?