Çıkış Yolu 4: Yöntem
Önyargıların gerçeği ürküttüğü, gerçeği bilme korkusunun bilmeyi susturduğu
ve hatta değersizleştirdiği, bilenlerin bilmeyenlerin tekmelerine maruz kaldığı,
sonradan görmelerin görenleri aşağıladığı toplumlarda ne teori ne de yöntem
gelişebilir. Hakikatin geleneği ile geleneğin hakikati arasına sıkışmış
ülkemizde ne yazık ki sağlam bir teori ile yetkin bir yöntem bilgisine sahip
olunmayışın temel gerekçelerinden biri gerçek ile yüzleşme konusunda yaşanan
genetikleşmiş yüreksizliktir. Bu toplumda şüphe her zaman temkinle karışık bir
lanetlenme öğesi oldu. Kesin ve keskin bilgiye ulaşmanın en önemli araçlarından
biri olan şüphenin lanetlenmesi ve zihin bulanıklığının akrabası addedilmesi
hakikate uzanan yoldaki en önemli engeldir. Şüpheyle başlamayan hiçbir yolculuk
istikamete erdirmez. Karanlık aralanmadan ışık bulunmaz. Teori kurmanın
başlangıç noktası da o teoriyi uygulanabilir kılmanın vazgeçilmez öğesi olan
yöntemin çıkış noktası da burası, görünür olanın sorgulanması, basit olanın
üzerine çıkarak karmaşık olanın algılanması ve bütüncül bilgiye ulaşmak için
tekil bilginin tasnif ve tahlil edilmesidir. Tekilin tümele, özelin genele,
sıra dışının sıradan olana kurban verildiği bir memlekette yöntem nasıl
gelişsin?
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki teori yoksunu bir ülkeyiz. Organize
edilmiş berrak aklın ürünü olan özgün üretim bu ülkede neredeyse hiç olmadı. Ne
İslam’ın başlangıçta vaat ettiği yorumsamacı yöntemler temellük edildi ne
Endülüs’le canlanan ve insanlığa ışık tutan teoriler devralındı ne de
Batılılaşma sürecinde Bacon’ın, Descartes’ın veya Spinoza’nın ortaya koyduğu
teori ve yöntemlerin dışında, onların yanına konabilecek alternatif fikirler
üretildi. Başlangıçtan beri hep Batı tarafından üretilmiş olan teorilerin
modelleriyle, o modellerin yerel eklentisi olarak idare edildi ve en iyi taklit
en başarılı ürün addedildi. Kuşkusuz taklit edişi bile yüzüne gözüne
bulaştıran, olanı olduğu gibi almayı bile beceremeyen bir entelektüel gelenek
için bu da bir meziyettir meziyet olmasına ya teorisi ve pratiği taklit veya
adaptasyon olanın kendisinden özgünlük beklenebilir mi o da ayrı mesele.
Anadolu cephesinde değişen bir şey yok. Dün ne idiysek bugün daha kötüsüyüz.
Dün neye sahipsek bugün onun çok daha ıskartası elimizde. Ve belki de çıkış
yolu tam da kayboluşun başladığı yerdir, teorinin terk edildiği, yöntemin
elinin tersiyle itildiği…
Bir bilgi üretim merkezi olarak değilse de bilgiyi muhafaza merkezi
olarak ve ilmiyenin kurumsal kimliğini şahsında cem edişin somut mekanı olan medreseler
donukluğun cezasını ilgayla ödedi ve yerlerine üniversiteler kuruldu. Bir
değil, on değil bugün ülkenin bütün coğrafyalarına yayılmış iki yüzden fazla
üniversite, binlerce fakülte, on binlerce bölüm ve buralarda üretilen yüz
binlerce tez var. Enstitüler, araştırma merkezleri, bağımsız araştırma
kuruluşları sürekli rapor üretiyorlar ve bunların da içi boş. Sonuç bölümlerine
bakın, sadra şifa, derde deva tek bir teori, tek bir yöntem bulabilecek
misiniz? Hemen hepsi Amerika başta olmak üzere Avrupa’nın icat ettiği
teorilerin uygulama alanının ötesine geçmeyen, bırakın ufuk açmayı, yeni bir
bilgi üretmeyi, her sayfasında sayısız cümle bozukluğuna denk geldiğiniz,
uyuşuk mayışık bir dille kaleme alınmış, bir başından ötekine savruk, yargıdan
uzak, mütereddit bir zihnin ürünü olan ve özünü kes-yapıştırların oluşturduğu dağınık
yargı gövdeleri... Bilimin sefil acuzesi eklektisizm almış başını gitmiş…
Hayatın hiçbir alanında sağlam bir akılla üretilmiş, organize düşüncenin eseri
derli toplu bir teori yok. O teorinin pratiğe aktarılması esnasındaki
güçlükleri ortadan kaldırmak ve teoriyi verimli hale getirmek için
kullanılabilecek bir yöntem de o yöntemin içine sıkıştırılarak daha az işle
daha çok verim elde edilecek teknik de yok. Bu sebeptendir ki söz konusu
tezlerin hiçbirinden özgün tek bir teori çıkmıyor. Neredeyse hepsi daha baştan,
en başından kurgulanmış olan bir teorinin, neye hizmet ettiği, sonuçlarının ne
olacağı ve makro düzeyde dünyayı nereye sürükleyeceğinin sadece kurucuları
tarafından bilindiği bir teorinin zayıf cüzü veya soluk varyantı olarak boy
gösteriyor, yapana belli bir maddi kazanç ve statü kazandırıyor ve sonra bir
daha gün yüzüne çıkmamak, el sürülmemek üzere arşive giriyor. Hiçbiri hayatın her hangi bir alanındaki
ihtiyacı karşılama kabiliyeti göstermiyor. Biz üretmiyoruz, sadece üretiyormuş
gibi yaparak enerjimizi boşa harcıyor, nefesimizi nafile tüketiyoruz.
Bu ülkenin en büyük sorunu teori ve yöntem sorunudur. Siyasetin de
bilimin de sosyal ve kültürel hayatın da kirli bir kabın içinde sürekli renk
değiştirmesinin ama nihai aşamada bir türlü durulaşmamasının sebebi budur.
Kolektif nihilizmin inancın yerini alması da devasa bir ahlaksızlığın ahlakı
susturması da ataletin gayretin yerini alması da teori ve yöntem
eksikliğindendir. Bütün bakanlıklar dökülüyor, ilahiyat kendini sürekli pozitif
bilimin gelişmelerine adapte ediyor, omurgasından uzaklaşıp bilimin cüzüne
dönüşüyor, sosyal bilimler ciddi bir inkıraz içinde, fen ve mühendislik
bilimleri ancak taklitle, başkalarının uzattığı koltuk değnekleriyle ayakta
durmaya çalışıyor. Hayatın her alanına, her disipline, her bilgi biçimine
yönelik yeni ve sağlam teoriler kurmalı, o teorilerin uygulamaya konulmasının
yol haritasını veren ciddi yöntemler geliştirilmelidir.
Biraz abartılı mı oldu, fazla mı eleştirdim şahs-ı alilerimizi? Hiç
sanmıyorum. Eğer bir teorimiz olsa şu son birkaç günde yaşadığımız orman
yangını cehennemine tanık olur muyduk? Her
yıl aynı mevsimde, aynı aylar ve günlerde aynı facia yaşandığı halde bir
bakanlığı, birçok genel müdürlüğü ve yüzlerce müdürlüğü olan bir kurumsal
yapıda teorik akıl ve yöntem bilgisi olsa, alevlerin arasından güç bela nefes
alan bir vatandaş yüzünü kameralara dönerek çaresizlik içinde “bize gıda değil
tırmık gönderin tırmık” feryadını alevlere kurban verir miydi?