CHP'deki ABD'nin Parti komiseri kim?
CHP’de ABD’nin Parti komiserliğini yapan birden çok isim var. Ancak Mavi Vatan’ı “masal” olarak niteleyen CHP milletvekili Namık Tan, daha önceleri de ABD ve Transatlantık emperyalizminin çıkarlarına uygun birçok görüş ve itirazlar ortaya süren enteresan bir isim.
Türkiye, “parti komiserliği” kavramına, PKK ile aşina oldu. PKK, önce ayrılıkçı Kürt silahlı hareketi olarak kurulduktan hemen sonra Abdullah Öcalan tarafından Türk soluna evirilerek, gerici, arkaik bir terör örgütü kimliğini tamamen içselleştirerek vahşi bir yapıya büründü. Türk solu kimliğine kavuşan PKK, Marxist teori ve Leninist pratik gereği legal alanda da mücadeleye girişerek, HEP’ten DEM’e bir yol izledi. Ancak bu yolda, Komünist parti geleneği olan Parti Komiserliği kurumunu da hayata geçirerek tam olarak Türk Solu kimliğine bürününce, Türkiye kamuoyu bu tanımla tanıştı.
Parti komiseri, görüntüde tamamen legal ve açık alan siyaseti güderken, gerçek kimliği “silahlı hareketin legal alandaki temsilcisi ve denetmeni, yani parti komiseri”dir. Parti komiserinin “legal alan”daki sıfat ve görevi “sıradan bir parti üyesi veya bağımsız yurttaş gibi”dir. Ne var ki icra ettiği fonksiyon legal partini Genel Başkanı üzerinde ve onu denetleyen kimliğe sahiptir.
ABD, 1968 sol dalgasını Batı Avrupa’da örgütleyen ve hayata geçiren bir devlet olması hasebiyle, Marxist geleneğin Parti Komiserliği statüsüne yabancı değildi.
1991’de bölgemizin; yani Kuzey Batı Afrika (sömürgeciler bu bölgeye Ortadoğu demektedir) siyasi haritasını değiştirmeyi gerçekleştirmeye başladığı tarihtir. Irak işgal edilerek bu ülkede bulunan bütün illegal sol örgütlerle iletişime geçti. Daha önce “NATO faaliyetlerinden olan GLADIO çerçevesinde” dolaylı iletişime geçtiği PKK ile Irak’ı işgal ettikten sonra bu Marxist-Stalinist çeteyi direk kontrolüne alarak örgütü yönetme ve yönlendirmeye başladı. Bu içiçelik, ABD’ye “Parti Komiserliği” pratiğini öğretti.
Böylece ABD, Türkiye’de emperyalist Batı’nın çıkarlarının koruyucusu ve gözeticisi pozisyonunda siyaset üreten CHP’nin yapısı içinde bulunan “partinin gözde hariciyecisi” unvanını direkt “parti komiseri” olarak değiştirdi. Gerçi parti içerisinde ABD adına siyaset güden ve emperyalizmin Türkiye distribütörlüğünü ifa ve icra eden birden çok isim bulunmaktadır. Örneğin bunlardan biri de Amerikan Merkezi İstihbarat Servisi (CIA) tarafından “TR 705” kod ajandır.
Azerbaycan Cumhuriyeti, işgal altında bulunan Karabağ Yaylası’nı kurtarmaya çalıştığı sırada CHP içerisinde bulunan bir başka Amerika sözcüsü gibi davranan Ünal Çeviköz, Türkiye’nin kardeş devlet Azerbaycan’a destek vermesini eleştirmiş ve buna karşı mücadele bayrağını açmıştı.
Ancak, Türkiye’nin dünyanın kesiştiği noktalardan biri olan Akdeniz’de uluslararası hukuka dayanarak kendi çıkarlarını korumaya kalkması ve Mavi Vatan’ı Birleşmiş Milletler’de deklare edip dünyaya ilan edince ABD, CHP içerisindeki en önemli komiserini sahaya sürmüş ve Türkiye’nin Mavi Vatanı’nı istihza ederek “masal” olarak nitelemiş ve tanımadığını ilan etmişti.
ENTERESAN TESADÜFLERİN ADAMI(!)
Mavi Vatan’ı “masal” olarak niteleyen CHP milletvekili Namık Tan, daha önceleri de ABD ve Transatlantık emperyalizminin çıkarlarına uygun birçok görüşler ve itirazlar ortaya sürmüştü.
Peki, kimdir bu Namık Tan? Gelin hep beraber, Namık Bey’in cemayizelevveline hep birlikte bakalım.
Türkiye’nin Akdeniz’deki parçası olan Mavi Vatanı “masal” olarak niteleyen
Namık Tan, CHP’ye geçmeden önce Türk Dışişlerinde çok önemli ve kritik görevlerde bulunan bir isim. Tan’ın kariyerine bakarken oldukça enteresan tevafuk/tesadüflerle karşılaşıyoruz.
Sanal ansiklopedi Wikipedia’da Namık Tan hakkında şunlar yazıyor:
“Namık Tan, (1956, Mardin) Türk diplomat ve siyasetçi. 2010-2014 yılları arasında Türkiye'nin Amerika Birleşik Devletleri büyükelçiliği görevini yürüttü.”
Fakat Namık Tan’ın hayatını yine açık kaynaklardan incelediğimizde çok ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz.
Aslen Hataylı. Eski kaymakam, vali, yüksek düzey bürokrat, Danıştay üyesi ve en son Danıştay Genel Sekreterliği’nden emekli Mehmet Rami Tan’ın oğlu olduğunu görüyoruz. Danıştay,
“Temyiz incelemesi yapmak, idare hukukunu ilgilendiren bazı konularda diğer devlet kurumlarına görüş bildirmek ve bazı davalara ilk derece mahkemesi sıfatıyla bakmakla görevli” olan bir kurum. Yani Devleti denetleyen kurum. Türkiye’de bu kurumların tepe noktalarına gelmek, her babayiğidin harcı değildir. Mutlaka rejimin ağababaları ile çok güçlü bağlarınızın olması gerekir. Bu bağlar ve geldiğiniz bu makamlar, doğal olarak sizi siyasetin ve yürütmenin de üstünde “devleti çekip çevirme” makamına ulaştırır.
Eski Başbakan ve Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel, (toprağı bol olsun. Allah ameli ile muamele etsin, âmin.) 1970’li yıllarda hükûmeti kurduktan sonra uzun süre vaatlerini yerine getirememiş ve bu konu ile ilgili basının sorularını “Tay’lar, Kırat’ın çalışmasına, şahlanmasına müsaade etmiyorlar” diye cevaplamıştı. Demirel’in başında bulunduğu Adalet Partisi’nin amblemi, şaha kalkmış bir kırattı. İşte o taylardan biri de Namık Tan’ın babasının üyesi olduğu DANIŞTAY’dı.
ABD SÖMÜRGECİLİĞİNE UYMAYAN SANAYİCİLER ÖLDÜRÜLDÜ
Cumhuriyet rejiminin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra devletin kaptan köşküne geçen İsmet İnönü ve ekibi, 12 Temmuz 1947’de ABD ile bir anlaşma yapmıştı. Dönemin ABD Başkanı Truman’ın adını taşıyan bir doktrin Türkiye tarafından kabul edilmiş ve kelimenin tam anlamı ile ülkemiz ABD’nin Fiili Sömürgesi haline getirilmişti.
İlk iş olarak Türkiye’nin yaptığı uçak, tren, roket/füze, savunma sanayii gibi temel ekonomik ve askeri üretim faaliyetleri tamamen durdurulmuş, buna uymayan fabrikatörler öldürülmüş, diğerleri de sobacılık gibi kıt kanaat geçinebilen ayak işleri ile uğraşmaya mecbur bırakılmışlardı. Öldürülen en ünlü Fabrikatör ise, dünyada ilk kez Füze/roket üreten merhum Nuri Killigil Paşa idi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bu anlaşmaya uyup uymadığını kontrol amaçlı sonu “tay” ile biten bazı kurumlar görevlendirilmişti. Bunlardan biri de Danıştay’dı.
İşte bu bürokratik kültürden gelenler, kendilerini devletin doğal sahibi, varisi ve hamisi olma gibi bir psikolojik hastalığa kronik düzeyde yakalanırlar ve bu hastalığın çaresi de mümkün değildir. Uzman hekimlerin belirttiklerine göre bu hastalık ölünce bedeni terk ediyormuş.
KİM BU NAMIK TAN?
Aslen Hataylı olan Namık Tan, 1956 yılında Mardin'de doğdu. Mehmet Rami Tan, Namık Kemal'e olan hayranlığı nedeniyle oğluna Namık ismini verdi.
Tan, ilköğrenimine Hatay'da başlayıp, 4. sınıftan itibaren Ankara'da devam etti.
Ardından, TED Ankara Koleji'nden mezun oldu. Daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girerek, 1978 yılında lisans eğitimini tamamladı. Üniversiteden sonra bir sene Ticaret Bakanlığı Anlaşmalar Genel Müdürlüğü’nde çalıştı.
1982 yılında Dışişleri Bakanlığı bakanlığın Denizcilik Sorunları Dairesi’nde ilk görevine başladı. Sırasıyla Moskova ve Abu Dabi elçiliklerinde kâtip olarak çalıştı.
1990'da Cumhurbaşkanlığı’nda görevli bakanlık memuru olarak başkâtip ve özel kalem müdür yardımcılığı görevinde bulundu. 1991-1995 yılları arasında Washington Büyükelçiliği'nde önce başkâtiplik 1997-2001 yılları arasında ise müsteşar olarak görev yaptı. 1996-1997 yılları arasında Dışişleri Bakanları Emre Gönensay (Gönensay, atanmış bir bakandı. Bir iki aylık bakanlık yaptı. Bu süreçte yaptığı atamalarla, Türk Dışişleri Bakanlığını tamamen ABD ve Siyonizme bağımlı hale getirdi), Tansu Çiller ve İsmail Cem'in özel kalem müdürü oldu.
2001'de Dışişleri Bakanlığı'nın Amerika Genel Müdür Yardımcılığı’nda daire başkanı olan Namık Tan, Abdullah Gül'ün Dışişleri bakanlığı döneminde ise bakanlık sözcülüğü ve elçi sıfatıyla Enformasyon Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulundu.
BÜYÜKELÇİLİK GÖREVLERİ
Namık Tan, Aralık 2006'da Feridun Sinirlioğlu'nun (Sinirlioğlu, tek başına tarih yazmış, ömrünü bu milletin çıkarlarına vakfetmiş kıymetli bir diplomatımızdır) yerine Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçiliği'ne atandı.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan tarafından Temmuz 2009'da Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na getirildi. Kısa bir süre sonra da Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu tarafından 2010'da Washington Büyükelçisi olarak atandı.
Burada bir parantez açarak şu hatırlatmada fayda görüyorum:
Türkiye’nin milli güçleri, milli düşünen yurttaşlar ve milli siyaset güdenler, Abdullah Gül, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu Dışişleri bakanlıkları ile Davutoğlu’nun Başbakanlığını önce Savcılık, ardından yargı önünde sorgulamadığı müddetçe içine düştüğümüz açmazdan çok zor çıkarız. Ya da ağır bedeller ödeyerek çıkarız.
Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2014 yılında Dışişleri Bakanlığı görevine gelmesinden hemen sonra yaptığı ilk işlerden biri de Namık Tan’ı derhal Washington’dan çekmek oldu. Merkeze alınan Tan, emekli oldu. Ardından CHP’ye yakınlığı ile bilinen STFA inşaat şirketinde yönetim kurulu üyeliği yaptı.
Ve 2023 yılında CHP’den milletvekili ve Mavi Vatan karşıtı olarak TBMM’ye girdi.
Buraya kadar Tan’ın kayıtlar altındaki kariyer basamaklarını dörtnala koşarak tırmanışını okuduk.
Şimdi, kayıt altında olmayan, gerçeklere bakmak gerekiyor. Namık'tan kimdir ve neden sürekli Türkiye aleyhine olan açıklamalarla gündeme geliyor ve gündeme geldikten sonra da hem kendi partisinden hem de birçok siyasi isimden gazeteciden yazardan tepki görmesine rağmen bu ısrarın da devam ediyor?
Aslında Namık Tan’dan yıllar önce CHP’li Washington sefirliği/sefilliği yapan Ünal Çeviköz (O da Namık Tan gibi aynı basamakları aynı hızla tırmanan biri) de haddini boyunu, CHP’yi fersah fersah aşan bir boyut ve söylemle Hem Karabağ’ın bağımsızlığına hem de Mavi Vatan’a karşı çıkmıştı.
NAMIK TAN’IN MİSYONU
Namık Tan Ünal Çeviköz gibi mevcut sistemin çarkları içerisinde, “kurulu düzenin fedaileri” gibi yetiştirilenler, kamu adına devlet işlerini yürütenlerin tepesinde daima kendilerini rejimin birer sadık bekçisi olarak görürler. Ve kendilerine vehmettikleri bu bekçilik/müfettişlik refleksi ile, hükûmetlere, bakanlara, kamu bürokrasisine üstenci, tehditkar ve hatta yeri gelince müstehzi bir dil ile “ayar çekmeye” çalışırlar.
Tek parti dönemi ve 1947’de İsmet İnönü’nün ABD ile yaptığı ve Türkiye’yi fiili olarak Amerika’nın vassalı haline getiren Fulbright Anlaşması’nın kedilerine yüklediği sorumluluk gereği bu kirli, yüzsüz ve ahlaksız üslupla halkın seçtiği iktidarlara ve bürokrasiye çemkirirler. Hatta bunu çok edepsiz bir dille yapmaktan da bir beis görmezler.
Örneğin, 15 Temmuz’da X hesabında Türkiye’nin olimpiyatlarda yaşadığı hüsran ile ilgili Gençlik ve Spor Bakanı’na ayar verirken, direkt, “Bak Bakan!” gibi çirkin bir dil ve üslubu kullanmaktan geri durmazlar.
TAN’I İSRAİL’DE SEFİR İKEN TANIDIM
Namık Tan, Tel Aviv’de Büyükelçilik yaptığı sırada kendisini bizzat yakından tanıma ve gözlemleme imkanım oldu. 2008-9 yılları arasında Siyonist İsrail, yine Gazze’de vahşetini sergilerken, gazeteci olarak bölgede olayları takip etmeye gitmiştim. Büyükelçimizin Türk gazetecilerle bir kahvaltı ikramı yapacağı bilgisi elçilik tarafından bizlere telefonlarımızla iletildi. Tabi Büyükelçinin bu daveti, her vatandaş gibi devletin bir emri niteliğindedir. Çünkü Büyükelçi devleti temsil eder. Cephe’ye yakın yerde bulunan ve Tel Aviv’e de hayli uzakta bulunan Aşkelon’daki otelimden çıkıp davete icabet etmek üzere yola çıktım.
Elçiliğe girdik ve kahvaltının düzenlendiği teras katına geçtim. Namık Tan nezaketle beni karşılayarak terasa davet etti.
Terasta hayli kalabalık bir gazeteci grubu vardı. Tanış olduklarımla ayaküstü selamlaşıp bütün terasa hakim olan bir köşedeki masaya geçerek gözlemlemeye başladım.
Büyükelçi Tan’ı daha ilk dakikada tanıdım. Tipik üstten bakan, etrafındakilere kendi bildiklerini dikte eden bir “müntehi-i sani devri” bürokratı olduğunu gösterdi. Ayaküstü yaklaşık yarım saat sohbet ettik ve ben arkama bakmadan elçilikten çıktım.
Doğusunu isterseniz, Filistin’e, İsrail’e gittiğimde bütün işlerimi bizim Kudüs Başkonsolosluğu üzerinden halletmeye çalışırım. Yani kalacağım yerlerin adres bilgilerini ve iletişim bilgilerimi Kudüs Başkonsolosluğu ile paylaşırım. Enteresandır, Kudüs Başkonsolosluğumuz ve orada görev yapan bütün başkonsoloslarımız, milli ve İsrail’e angaje olmayan, Filistin’in işgal altında olduğu bilincinde olan ve bunu bütün diplomatik düzlemlerde dile getiren şahıslardan oluşuyor. Bu yüzdendir ki, biz gazeteciler ağırlıklı olarak Tel Aviv’deki Büyükelçilik binasına hiç uğramadan direk Kudüs Başkonsolosluğumuza gidip bilgilerimizi paylaşıp savaş bölgesine geçeriz.
TAN ÖNCE BATI’NIN ÇIKARLARINI KORUR
Konumuza dönersek, Namık Tan, 1947 Fulbright Anlaşması ile ABD tarafından şekillendirilen ve Amerikan çıkarlarını gözetleyen Türk devlet bürokratının tipik bir örneğidir.
Türkiye’yi Amerikan sömürgesi haline getiren tek parti faşizmi ve o faşizmin uygulayıcı soğuk savaşın Batı çıkarlarını koruyan bürokratıdır. Yani Tan ve onun gibilerin asli görevi, Türkiye’yi Batı’nın bölgemizdeki çıkarlarını koruyan bir istasyon ve bir köprü haline getirmektir.
Özellikle bu “köprü” lafı, Amerikan çıkarlarını gözetleyen darbeci askerler ve devrin Amerikancı siyasileri tarafından hiç utanılmadan sıklıkla kullanılırdı: “Türkiye, Doğu ile Batı arasında bir köprüdür” ifadesini kullanırlardı.
Evet Türkiye bir köprü idi ama sürekli Batının üstünden geçtiği köprüydü. “Köprü siyaseti” güden bu zihniyet, Özellikle CHP, ve Sağcı partilerde yer edinerek Türkiye'nin Batıya ram olarak devam etmesini ister.
Bunlar, Türkiye’nin batının vagonu ve üzerinden geçtiği köprü olmasını savunan bu tipler veya aileler o kadar da fazla değildir. Toplasanız en fazla 50 aile vardır. Ancak bunlar, ekonominin, siyasetin ve yüksek bürokrasinin bütün köprübaşlarını tutmaktadırlar ve doğal olarak kendilerini bu ülkenin sahibi olarak görürler.
LAİK BEŞİK ULEMASI
Hatırlarsanız Çağdaş mağdaş diye bir ismi olan derneğin bir kadın faşist başkanı vardı. Bu kadın, AK Parti hükûmeti Anayasayı değiştirme çalışmaları başlattığında şu açıklamayı yapmıştı: “Bu ülkenin sahibi biziz. Onlar kim? Biz istersek bu ülkede sistem değişir. Biz bu ülkenin asliyiz” Hafızam beni yanıltmıyorsa bu faşistin adı Türkan Saylan’dı. Ve o dönemdeki Cumhuriyet mitingleri, “ordu göreve” mitingleri ile hükûmeti engellemeye çalışmışlardı.
Namık Tan ve onun gibiler, bazı görevleri doğuş itibariyle sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde kendilerine hak olarak görürler. Bugünlerde Türk dış politikası başta olmak üzere sıklıkla bu şekilde eleştirileri getirenlere bakın. Bunlar, dedelerinin babalarının kendilerinin çocuklarının hatta eşlerinin, eşlerinin babalarının da dahil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin en kaymak tabakasının görev yapmış olduğu görevleri kendilerinin doğuştan gelen hakkı olduğuna inanıyorlar. Özellikle Dışişleri Bakanlığı içerisinde çöreklenmiş ve Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu tarafından tahkim edilen bu yapının söylediklerine hiçbir ehemmiyet vermeden bürokrasinin, ülkemizin ulusal çıkarları için çalışmalarını sürdürmesi gerekiyor.
Bu tipler, Osmanlı’nın yıkılma sürecini tetikleyen ve yıkılmasına sebep olan “beşik uleması”nın devamıdır. Malumunuz, Osmanlı’da devlet bürokrasisine elemanlar, çocuk yaştan Enderun mektebine alınır yetiştirilir ve yeteneklerine göre görevlendirilirdi. Ne var ki süreç içerisinde bu mükemmel sistem yine sistemin içindeki ulema sınıfı tarafından yozlaştırıldı.
Bunlar, kendi çocuklarını hiçbir mülakat ve elemeye tabi tutmadan bu okula yerleştirdiler. Ve bunlara “beşik ulemas” adı verildi. Yani yeteneksiz, beceriksiz, başarısız ama “doğuştan bu hakka sahip” anlamında kullanıldı bu tabir.
Aynı zihniyet Cumhuriyet döneminde de devam etti. Cumhuriyet, 100 yılı doldurmasına rağmen hala bu zihniyet çöreklendiği devletin kılcal damarlarından çekilmemeye direniyor.
Özellikle Dışişleri Bakanlığı bu anlamda çok güzel bir örnek teşkil eder. 1990’ların ortalarına kadar Dışişlerinde babası ya da kayın pederi belli bir koltuktan kalktıktan sonra aynı koltuğa atama görüp oralarda büyükelçilik yapmış babadan oğula babadan damada geçen hariciyemiz vardı. Ve bu grup hala hariciyemizin içerisinde varlığını sürdürüyor. Bu gruba yönelik olarak son zamanlarda gerçekleştirilen farklı atamalarla bu grubun seyreltilmesi ve Anadolu evlatlarına Vatan evlatlarına da tıpkı bunlarda olduğu gibi o kapıların açılmasının sağlanması ile elde edilen uluslararası başarılar, Türkiye’nin çıkarlarını koruma gayretleri bunların kimyalarını son derece bozmuş durumda. Şimdi bu perspektiften Namık Tan’a baktığımızda daha iyi tanımış ve anlamış oluyoruz.
Hataylı bir ailenin çocuğu.
1978 yılında hukuk fakültesini bitirdiği gün Ticaret Bakanlığı Anlaşmalar Genel Müdürlüğünde göreve başlıyor. Aynı Ünal Çeviköz gibi. Hani Azerbaycan-Ermenistan savaşında Ermenilerin çıkarlarına olabilecek siyasi tavır takınan ve konuşan CHP’nin üst düzey yöneticisi vardı ya işte o.
Yani bunlar okulu bitirir bitirmez kendileri için zaten hak olarak gördüğü bir yerlerde işe başlarlar. Tan, 1978 yılında girmiş olduğu bu görevi çok beğenmediği için 1982 yılında Dışişlerinde işe başlıyor. Eh babası da daha önce belirttiğimiz gibi O da Danıştay
Üyesi. Yani Devleti denetleyen kurumun üyesi.
Bunlar okulu bitirir bitirmez, hem de o Soğuk Savaş Yıllarında bir bakıyorsunuz Moskova’ya tayin oluyorlar. Ünal Çeviköz de aynı yoldan geçmiş.
Sonra?
Sonrası Brüksel. Bir bakıyorsunuz Ünal Bey de oradan geçmiş…
Ve akabinde sırayla ikisinin yolu Washington Büyükelçiliği ile taçlanıyor.
Ha bu arada İsrail’de Tel Aviv Büyükelçiliğini de unutmayalım.
Ve yaş haddi maş haddi, emeklilik derken, hop CHP’nin en tepe yönetim kadrosuna dahil olma…
Hayat bu kadar tesadüflerle dolu olabilir mi? Takdiri siz okurlarımıza bırakıyoruz.