Çeyrek Asır Öncesini Özlemek!..
Sağ olsunlar, sosyal medyada bir fotoğrafımızı paylaşmışlar.
Çeyrek asır öncesinden.
Rahmetli Hasan
Karakaya Ağabey, o vakitler “Doğan
Gazetesi”nde yazan bir şahsın attığı korkunç “iftira”dan dolayı, günlerce yatırılmış…
DGM’lik olmuş…
*
Orada, Merhum Hasan Karakaya ve bendeniz.
O içerilerde, bendeniz kapılarda…
Ne
süründürülmüştük.
*
28 Şubat.
Ve daha öncesi…
Bugünleri getiren o günler…
*
Geçmiş zaman olur ki…
Bu fotoğrafı biz de paylaşınca…
Yorum yağdı.
O günlere özlem.
Nice vatan evlâdı o günleri özlediğini yazmış.
“Nesini
mi özlemeli” o günlerin?
Evet;
Sıkıntı diz boyuydu, akıl almaz yasaklar vardı.
Yiğidin bugünkü gibi harman olduğu değil az
bulunduğu zamanlardı.
Evet böyleydi.
Amma velâkin yiğitler de tam yiğitti!..
Ah o “hasbilik.”
O “Ömer
Ruhlu”lar.
Her şey başkaydı o vakitler; gazetecilik de
başkaydı.
Biz işimizi “salt iş olsun” diye yapmazdık.
Yüreğimizle yapardık.
Mustafa
Karahasanoğlu Ağabey’in önderlik ettiği küçük bir ekip, “Saat kaç olmuş olmamış, eve geç kalınmış
kalınmamış” hiç aldırmaksızın “Ya
Allah” diye çalışırdı.
O günlerde okuyucularımızla etle tırnak
gibiydik.
Başımıza bir sıkıntı geldiğini duydukları an,
öyle telefon etmekle de yetinmez, Anadolu’nun, hatta dünyanın dört bir yanından
atlayıp gelirlerdi.
Habere otomobille gitme lüksüne sahip olduğumuz
günler çok sınırlıydı.
Çoğu vakit belediye otobüslerini kullanırdık.
Yakın mesafelerde yürümek, “36 lık filmi
kestire kestire” en az üç haberde kullanmak, sıradan şeylerdi.
Servisin bütün haberlerini tek tek okur, o
kırık dökük daktilolarda düzeltir, öyle sunardım Yayın Kurulu’na…
Ben de ayda en az 8 “özel manşeti” çakardım, ayıptır söylemesi.
O günlerde, bırakın şimdiki gibi
“Cumhurbaşkanı”na alabildiğine “diktatör” demeyi, “ima yoluyla bile olsa” bir şeyler yazsanız başınız belâya girerdi.
Hukukçumuz Ali İhsan Karahasanoğlu Ağabey’in
odası, ağzına kadar “mahkeme kâğıtları” ile
doluydu.
Ne baskınlar, ne saldırılar oldu.
Bizim için hava hoştu o günlerde, bugünkü gibi “at izi it izi birbirine karıştı” mevzuları
da yoktu.
Saflar netti.
Dedik ya, bizler “Ya Allah” diye yüklenirdik kalemlere, klavyelere, deklanşörlere…
O günlerde, “hasbî siyaset adamlarımız”la iyi paslaşırdık.
İçlerinden bazıları, bizlere dosya dosya
malzeme ulaştırırlardı.
Refahçılar, Büyük Birlikçiler, Yeniden
Doğuşçular.
Rahmetli Necmettin
Erbakan, Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu,
Rahmetli Hasan Celal Güzel…
Ve Hakk’ın rahmetine kavuşan niceleri…
Allah hepsinden razı olsun.
O günlerde, devletin çeşitli birimlerinde,
kıyıya kenara atılmış nice kardeşimiz vardı.
Onlar da büyük bir aşkla çalışır, bize destek
verirlerdi.
Şükranla anarım hepsini.
*
O günlerde…
“Sivil
toplum örgütlerimiz” vardı.
Onlar gerçekten de “sivil”diler.
İmkânları bugünle kıyas kabul etmeyecek ölçüde
dardı ama yüreklerinde bitmez tükenmez heyecanlar vardı.
Şimdi onlar, nice muazzam maddî imkânlara
kavuşmuş olarak, yine varlar.
Ama sanki yoklar!
Merak eden de yok gibi, hangi konuda ne
diyorlar diye.
O günlerden Rahmetli Mustafa Başoğlu’nu nasıl unuturum?..
Zamanın kendisine Başdanışmanlık vermiş
Cumhurbaşkanı’na “Haksızlık yapıyorsunuz!” diye yüklenmiş…
Bunun bedelini de ödemişti.
Rahmetli Mustafa
Başoğlu Ağabey, şimdi; Rahmetli Muhsin
Yazıoğlu Başkan ile yan yana yatıyor.
Ankara, Hamamönü’nde…
Merhum Mehmet Akif Ersoy’un manevi hatıraları
ile dolu Tacettin Dergâhı’nın tam yanında, imkânı olan ziyaret etsin
lütfen.
Kendisiyle oturup konuşurduk uzun uzun…
Derdi ki;
“Bana
vekillik yolunu açan zattır Sayın Cumhurbaşkanı. Beni Başdanışman da yapmıştır.
Ama inancım, ülkem, milletim benim için her şeyden önce gelir. Yapılan
haksızlıklara göz yummam elbette mümkün değildir!”
*
Rahmetli Erbakan Hoca’nın “Kaymak dünyada yenmez, kaymak Cennet’te yenir!” cümlesi kafamın
bir yerinde.
Rahmetli Muhsin Başkan’ın, gülümseyerek, “Bu Doğan medyası bana o kadar çok iftira
attı ki… Bizim avukat dava açtı, kazandık. Paramızın kalmadığı anda imdadımıza
yetişti. Oradan gelen tazminatla parti binamıza bütün kış boyunca yetecek kadar
doğalgaz aldık!” dediği günler.
Sayın Erdoğan ile diğer “Milli
Görüş Belediye Başkanları”nın, önlerine çıkartılan her türlü engele rağmen,
fırtına gibi estikleri günler.
Yasaklara direnişin yarım
ekmek arası peynir, domateslerle sürdürüldüğü günler.
Maziye bir bakıver…
O günlerde, “kadın, erkek ayrımcılığı” yoktu aramızda, şimdilerde “nice eski
mağdureyi” bile etkisi altına alan “dilden ve tavırlardan” eser yoktu.
Bir “Hak
Davası” .
“Tesettür”
inancın simgesi.
“Tesettürü”
hedef alanlar esasında İslam’ı hedef alıyorlar…
O kadar!..
O günlerde tesettür daha fazla tesettür idi.
Daha
çok dikkat çekmenin değil, daha az görünür olmanın vasıtası idi.
Çok şey yazabilirim aslında…
O kadar çok şey yazabilirim ki…
Nice kardeşim, “Keşke o kadarını da yazmasaydın!” der.
Derdimi ya anlatamam ya da yanlış anlatırım.
Öyle şeyler görüyoruz ki, öyle yaman haller
yaşıyoruz ki…
Ve, 25-30 yıl öncesinin “hasbiliğini” öyle özlüyoruz ki…
Kalabalıklar içinde yalnızlar olmanın…
Gönlümüzce “Durun
kalabalıklar!” diyememenin
sıkıntısını öyle yaşıyoruz ki…
O kadar olur!..
Biz böyle düşünürken, bazı kardeşlerimiz de, “Niçin ortaya çıkıp, şöyle esip
gürlemiyorsunuz eskisi gibi?” diye sormaz mı…
Yok…
Ben “şimdilik”
almayayım.
Ya anlaşılmamak var işin içinde, ya da yanlış
anlaşılmak.
Kaş yapayım derken göz çıkarmak.
Kalbimi dinliyor ve dinlendiriyorum
kardeşlerim.
MİLAT’’ta.
Bu güzel kalpli insanların arasında…
Kalbimi dinleye dinleye…
Gidiyorum gündüz gece.