Çevre Felaketini Şair Nâbî'ye Sorduk
Dün gece şair Nâbî’yi rüyamda gördüydüm. Bu büyük şairi başka da görme imkanım yoktu. Hazır onu görmüşken Şeyh Galib’in arkasından nasıl konuştuğunu, Hayrabad’ı haksız yere nasıl eleştirdiğini, Osmanzade Taib’in kendisine niçin saygısızlık yaptığını, İstanbul’daki evini kime miras bıraktığını soracaktım da üstad, bunları sormama izin vermedi. Hep “sonra sonra sorarsın, dediydi.
Peki hazır üstad Nâbî’yi
görmüşken neyi konuştunuz diye bir soru ile karşılacağımı biliyorum. Malum;
çevre felaketi.... Memlekette önce
ormanlarımız yandı, sonra aşırı yağmurlar ve sonunda seller yaşandı. Bir çok ev,
sel suları altında kaldı. Onlarca insanımız sel sularına kapılıp kayboldu.Hâlâ
bulunamayanlar var.
Şair Nâbî, tam da buradan
sözü alıp “Bu dünyayı niye yok ediyorsunuz,” dedi. Üstadın bu sorusu karşısında
şaşkınlık ve mahcubiyyetim zirve
yapmıştı. Diz çöküp ağlayacak oldum. Fazla üzülmeyeyim diye üstad sarığının
içinden sarılı bir papürüs kağıt çıkarıp
bana verdi. Bir padişah tuğrasını andıran bu kağıt, ipekten yapılmış özel bir
iple bağlıydı. İpekli ip, kolay açılabilsin diye papürüs kağıda dülger düğümü atılmıştı. Hayriname’nin,Hayrabad’ın şairi hediyesini veriken “Al evladım,
nasibinde bu varmış. Sakın bunu kaybetme ve kimseye de gösterme. Akrabalarım
Gaffarzadeler bile gelse zinhar vermeyesin,” dediydi.
Hazır üstadı görmüşken Hattat Hafız Osman Efendi
hattıyla hazırlanmış yazma bir divanını imzalı alabilir miyim diye içimden geçirmiştim. Hafız Osman, Şair Nâbî
ile aynı yılda doğar. Aynı mahallede mukim iki arkadaştı. Rivayettir, birgün
Şair Nâbi ile birlikte Üsküdar’dan
Eminönün’e geçerken ikisinin de keselerinde parası yokmuş....Rüya âleminin
iklimi bozulmasın diye bu hatırayı başka bir zamana bırakalım...
Maalesef öyle olmadı. Şair
Nâbî divanının belki ilk orjinal nüshası
bende olacaktı, olmadı... Niye olmadı, anlatayım. Hediyeyi aldıktan sonra
efendim bana bir diyeceğiniz var mı diyeceğime papirüs kağıdı açtıydım. Neyseki
rüyâ âlemi devam ediyordu.İmzalı bir
“divan”ını alamadık. Papirüs kağıda ve
papirüs kağıtta yazılanlara razı olduk. Kağıtta şu beyit yazılıydı.
“Meyvesi az ise de
lezzeti efzun-ter olur
O dırahtın ki
hıyâbân-ı sühanda ola pîr”
Bir kağıtta yazılı şiire
bir de üstada baktıydım. Efendim bu beyitle nereye varmak istiyorsunuz. Muradınız
nedir, diye soracak oldum. Ona baktığımda Şair Nâbî’nin göyüzünde bir yıldız gibi gecenin karanlığında kaybolup gittiğine şahid
oldum. Bir süre sonra da bu olayın bir rüya olduğunu uyanarak öğrendim.
Şimdi rüyâ ile şairin bana ithaf ettiği şiiri şerh
edelim. Çevre felaketi haberlerini ve bu felaketlere biz insanların tabiata
verdiği tahribatlar da eklenince
göreceğimiz rüyâ bu olacaktı. Bu beyitle üstadımız Nâbî, nereye varmak istedi,
söyleyeyim. Eskiden caddelerimizde, çam
ağaçları değil meyve ağaçları vardı, Servi ağaçları vardı. Böyle caddelere
hıyaban diyorduk. “Hıyaban” kelimesi için sözlüklerimizde iki yakası ağaçlı yol
denilmiştir. Sözlükçüler, eski hıyabanları görmediğinden dolayı bu tanımlama
eksik kalıyor. Hıyaban denilince caddenin her iki tarafında açılan su kanalları
ile kenardaki servi ağaçları gelir.
Ülkemizde
bu tanımlamaya örnek bir hıyabanı Malatya’da görmüştüm. Ama hıyaban
denildi mi hatıra İran’ın baş şehri Tahran’da etrafındaki su kanallarıyla büyük ağaçlı caddeler gelir ki bunun en güzel
örneği Hıyaban-ı Veliasr’dı. Bu caddenin daha doğrusu bu hıyabanın her iki
tarafından arklar geçerdi. Hıyabanı
besleyen bu sular, Elbroz Dağı’ndan geliyordu. Bu suların tabi (dopal) bir mecrası
da vardı. Dere olup başka ırmağa bağlanıyordu. Bunun yanında bir de şehrin havası
serin olsun diye yolun her iki tarafından kanallar açılmış. Ayrıca yol kenarındaki
servi ağaçları yanında bazı yerlerde meyve ağaçları da vardı. Eski mimarimizde belli
yerlerde meyve, belli yerlerde servi ağacını yol kenarına dikildiği vakidir.
Rüyamda gördüğüm Şair
Nâbî, şiirini söyleyip gitmişti. Şair, ön planda kendisinin şiir yolunda yaşlandığını az şiir
yazsa da çok güzel eserler verdiğini söylüyor. Arka planda ise şöyle bir anlam
dünyası var. Ki bizi ilgilendiren de bumetfordu. Nâbî,
eski İstanbul’daki hıyabanları istiare
yoluyla şiirine nakşetmiş.
Düşünün eski İstanbul’u...
Sayfiyelerde meyva ağaçları bir yanda, servilikler bir yanda, Alibeyköy deresine akan içilebilir suları neden şimdi göremiyoruz. Göksu, Küçüksu,
Haramidere, Kurbağalı dere şimdi nerede? Eski Caddelerimizde meyve ağaçları
güzeldi. Şimdi meyveyi bırak ağaç yok neredeyse. O meyve ağaçları kesildi, yerine kızıl çamlar dikildi.
İşte o zaman başladı kızıl kıyamet.