Celladına aşık olmak
Stockholm Sendromu, rehinelerin kendilerini esir alan kişiye karşı duygusal olarak bağlanması nedeniyle suçlulara yardım etmeye başlaması olarak tanımlanır. Bunun bizdeki karşılığı ise celladına âşık olmaktır. Durum bu mudur acaba? Her olgunun kendi içinde farklı olayları vardır. Bazen olgular üzerinden olay tahlili, bazen de olaylar üzerinden olgu tahlili yapmak mümkündür.
Stockholm
Sendromunu, basit bir anlatımla celladına âşık olmak diye nitelendirmek kavramı
tanımlamakta yeterli midir? Çoklu zekâ kuramının dikkate alındığı bu zamanlarda
hiçbir olay sadece göründüğü şekliyle izah edilmese gerek. 1973 yılındaki olay
üzerinden dahi birçok değerlendirme yapmak mümkündür. Suçlu açısından olaya
bakıldığında taleplerinin yerine getirilmiş olmasını önemli bulur. Bunu da
elindeki rehineleri kullanarak yapar.
Rehine
açısından bakıldığında ölmekten korktuğu için celladına âşık olmuş gibi
gösterip aslında yaşamak istemektedir. Bununla beraber polis ile rehine
arasındaki savaşta kurban olma ihtimalini düşünerek iki taraf arasında
uzlaştırıcı olmayı seçmektedir. Bunun için de rehin alma sürecinde polis ile
yapılan görüşmede suçluların kötü bir niyetinin olmadığını söyleyerek kendi
güvenliğini önemsemektedir.
Polis
ve yetkililer açısından olaya bakıldığında ise altı gün süren ve suçluların
isteklerinin kabulüyle sonuçlanan süreçte başarısızlığın üstünü örtmek için
rehinelerin can güvenliğinin önemsendiği bahanesinin arkasına saklanılmıştır.
***
Stockholm
Sendromu üzerinden bugünü yorumlayacak olursak içinde bulunduğumuz teknoloji
çağında her taraftan teknolojik aletlerle kuşatılmış durumdayız. Bir bakıma
sistem denen suçlunun rehineleri konumundayız. Sistem tarafından işgal edilmiş haldeyiz.
Evde, arabada, sokakta, iş yerinde, sosyal ve bireysel bir varlık olarak
hayatın her aşamasında ekranlarla çevriliyiz. Hangi yöne dönersek dönelim
reklam adı altında ekranlarda boy gösteren ve bize önemsendiğimizi hissettiren
görsellerle bilinçaltımız kontrol altında tutulmaya çalışılıyor.
Sistem,
cazip tekliflerle gelince ondan etkilenmemek elde değil. İlk çocukluk
evresinden ömrün son demine ermiş kişilere kadar herkes sistemin teknolojik
kelepçeleriyle rehin alınmış durumdadır. Her yer ekran, baktığımız her yerde
bizi etkileyen görseller bulunuyor. Sistemin gönüllü rehineleriyiz.
Gösterge
bilimin yeni versiyonlarında beğeni, selfie, kabullenilme dürtüsü, günü
kurtarma çabası gibi kavramlar ön plana çıkmaktadır. İletişim artık uzun
soluklu bir eylemden kısa süreli söylemlere indirgenmektedir. Böyle olunca da
gösterilmek istenen mesaj 25. kareye sığdırılmıştır.
Bu
çağda ismini en çok duyduğumuz kişilerden biri olan Elon Musk’ın “İnsan
beyni bir bilgisayar gibi programlanabilir.” sözü doğrultusunda
uygulamaya konulan “Neurolink Projesi” ile konu biraz daha ileri bir aşamaya
taşınmaktadır. Yapay zekânın insan zekâsını kontrol etmeye başlamasının bize
sağlayacağı fayda üzerinden irademizi yok sayma girişimini alkışlıyor olmak
düalist şekilde trajikomik halimize davetiye çıkarıyor.
Hakikatin
huzurunu elimizin tersiyle ittiğimizden beri mutluluğu anın hazzına indirgedik.
Sistemin “Özgür ol!” telkininin altında yatan esareti fark edemez olduk.
Elimizde kendimize ait olduğunu iddia ettiğimiz elektronik aletlerle dolaşırken
ne kadar özgür olduğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz. Özgürleştiğimizi iddia
ederek özgünlüğümüzü yitirdik. Her taraftan kayıt altına alınıp reklamların
isteklerimize uygun hale getirilmiş olmasına seviniyoruz. Rehin tutulma
sürecinde bize sunulan konfor alanını o kadar benimsedik ki sistem bizden
vazgeçse bile biz ondan vazgeçmeyecek gibiyiz.
Jean
Baudrillard “Teknolojik feodalite ‘dünyaya hâkim değildir’, olsa olsa
şeffaflaşmanın efendilerinden söz edilebilir ve bu efendilerin paraları,
ürünleri ve fikirleri küreselleşmiş bir pazarın sınırlarını hiç engellemeden
aşıp geçebilir, biz de bu sanal üstünlüğe yeni bir gönüllü kölelik biçimiyle
boyun eğebiliriz.” diyerek bu sendromun neticesinde olabilecekleri
öngörmektedir.
Suçlunun
teskin edici tavsiyeleri bizi rahatlatıyor olmasa da durumdan memnun
görünüyoruz. Duygu durumu karışık halde dolaşıyoruz sosyal medyanın ağları
arasında. Yemekteki acıyı, bile bile yemek gibi halimiz. Trajikomik ruh haliyle
korku ve arzu arasındaki duygu geçişleriyle teknolojik bağımlılığımızın üstünü
örtüyoruz. Hepimiz sistemin gönüllü
köleleri olarak dolaşıyoruz sanal sokaklarda. Bilgisayar oyunlarının zaman
israfı olduğunu bile bile yine de oynamaktan geri duramıyoruz. Kurguların
dünyasında yaşarken “olmayana”
olmadığını bildiğimiz halde bağlanarak kaybedilen vaktin pişmanlığının acısını
reel hayatta duyuyoruz. Paradoksal bir hâlin içerisindeyiz.
Sembol ve işaretlerle
güçlendirilen sistematik işgalin neticesinde teknolojinin vahametini gözler
önüne seren duygu durumumuzun özetidir Stockholm Sendromu. Kontrol edilen
yerine kontrol eden olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz duygu karmaşasını
aşmamız mümkün görünmemektedir. Bugün teknolojiden vazgeçmek imkânsızdır. Bunu
kabul ediyoruz. Ancak teknoloji ile olan ilişkinin kontrol merkezinin
kurallarını kendimiz belirlemeliyiz. Denetim mekanizmasının kontrolü bizim
elimizde olmalıdır. Yarın yeni sendromların içinde kendimizi bulmamak adına
bugün çözümler üzerine ortaya kalıcı fikirler koymak gerekir.