Dolar (USD)
32.56
Euro (EUR)
34.92
Gram Altın
2426.76
BIST 100
9722.09
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

27 Şubat 2022

Celal Al-i Ahmed

“Batılılaşma Hastalığı”na tutulmuş Türklerin, “Galata Türkleri”nin 2 asırdan beri sürmekte olan zımni (derin-saklı) iktidarlarının Türkiye’ye siyasi ve ekonomik maliyetlerini bu sütunlarda sık sık veriyorum.

Celal Al-i Ahmed, İran’ın “Batılılaşma Hastaları”nın, İran’da yaptıkları tahribatı dert edinir, “Batı’dan Gelen Veba”sında bu derdini döker.

Celal Al-i Ahmed’in “Garpzedeler-Batı’dan Gelen Veba”sındaki değerlendirmelerini okuyucularımla paylaşmak istedim.

“Batı’dan gelen Veba” İran’ı olduğu kadar, belki daha da fazla Türkiye’yi ilgilendiriyor, zira haddinden fazla Türk insanına bulaşmıştır.

“Batı’dan gelen Veba”, içinden geçmekte olduğumuz Covid-19 pandemisi gibi tümİslam ve mazlum-sömürülen ülkeler coğrafyasını sarmış küresel bir kâbustur.

Bu hafta, ilk kez Celal Al-i Ahmet’de rastladığım, İrani tarihi bilgilerisizlerle paylaşacağım, haftaya esas konuya, “Batı’dan gelen Veba”ya değineceğim.

“Yaklaşık 1000 yılında Nesturi misyonerleri Orta Asya’daki Türk kabilelerinin ardıl kollarını Hristiyanlaştırmayı başarmışlardı. Bu kabileler İç Moğolistan’ın Ongots, Orta Moğolistan’ın Kereit (Karayit)’leri ve Batı Moğolistan’ın Naimanları idi. Daha önceleri, Gobi çölünde, Hristiyan kültürü aşılanan Uygurları bir tarafa bırakırsak, kimse, Cengiz Han’ın İmparatorluğu’nun yarı Hristiyan çehresini, onun ordularında kılıç sallayan bütün bu batı Türklerinin Nesturi inancını göz önüne almaksızın kavrayamaz.”

Cengiz, ordularının yarı yarıya Hristiyan Türklerden müteşekkil olduğunu ilk kez duyuyor, konuyu tarihçilerimize havale ediyorum.

Al-i Ahmed, Timur’la ilgili şu ilginç bilgiyi veriyor;

“İbn-i Haldun Timur için şöyle der; bazıları onu mistik yaradılışlı olarak görüyor, bir Rafızi olarak kabul ediyor. Çünkü Ehl-i Beyti tercih edişine itibar ediyorlar. Yani böylesi mırıldanmalar, Safavilerden çok uzun zaman önce yükselmeye başlamıştı. Peki Timur, yani bu Rafızi ne yaptı? İslâm Dünyası’nı ne bahçe, ne bahçıvan kalana dek yerle bir etti. Eğer, Hicrî 657 (1258)’de yeri göğü titreten, Tanrının gazabı Hülagu Han, Abbasî halifesinin keçeden bir kilime sarılıp boğdurulmasını emrettiyse, bu ikinci zorba, Timur da Türk Hükümdarı Yıldırım Beyazıt’ı, Hristiyan seyircilere eğlencelik olsun diye bir kaplan gibi kafese koydurdu”.

Rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun da Timur’u hep nefretle andığını hatırlatırım.

Celal Al-i Ahmet, Safeviler konusunda şu samimi itiraflarda bulunur:

“Osmanlı Türklerini savunmuyorum. Bu haysiyetsiz ve kanlı savasın biz Orta Doğuluları böyle açmaza sokan bir anemiye neden olduğunu söylüyorum. Belki de Osmanlı galip gelseydi ya da Safaviler Şiîliğin etkisi altında ayrılıkçı bir yol izlemeselerdi, bugün Osmanlı halifeliğinin bir eyaleti olurduk. Fakat bugün, biz İranlılar acaba bir Batı eyaletinin özneleri değil miyiz? Aynı şekilde, Hicrî 6. ve 7. yüzyıllarda Bağdat halifeliğinin de eyaleti konumunda değil miydik?”

Celal Al-i Ahmed’in, “Şah İsmail, Yavuz’dan daha Türk’tü” diyen bizim ırkçı kesimlerden daha gerçekçi olduğu görülüyor.

Bu arada şu tarihi bilgileri girmem gerekiyor. Şah İsmail, en az Timur kadar acımasız idi. İsmail, “Yeşilbaş” namıyla anılan Özbek Sultanı Muhammed Şeybani Han’ı yendiğinde Han’ın kafatasını Memluk Sultanı Kansu Gavri’ye, kafa derisini de içine saman doldurarak Osmanlı Sultan II. Beyazıt’a göndermişti. İsmail, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı olan kendi öz annesinin boynunu da vurdurmuştur.

Rus Çarları Şah İsmail’e sürekli silah desteği sağlamışlardır. Şah İsmail’in Türk coğrafyasını ortadan yarması ve Rus İmparatorluğu’nun ilerlemeleri, Rusya ile sürekli mücadelede olan Osmanlı ve Şeybani Hanlığı için sonu hüsranla biten hayal kırıklığı olmuş, Rusya bugünkü haline gelmiştir.

Tekrar Celal Al-i Ahmed’e dönelim.

Batı, Safaviler zamanında Şia’yı kan dökmeye teşvik ederek, Osmanlılara karşı bizim yanımızda yer alarak, Kaçar Hanedanlığı döneminin ortalarında Bahai hareketini destekleyerek, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtarak, daha niceleriyle yalnızca İslamî bütünlüğümüze saldırmadı, aynı zamanda, bütünlük arzeden İslami yapının çözülmesini hızlandırmaya çalıştı.

Hindistan, İslâmî cizye vergisini ödemeye yanaşmayan Zerdüşt kaçaklara sığınak olmuştur. Hindistan Persleri onların torunlarıdır. Bunlar sömürgecilik yıllarından İngilizlerle utanç verici bir işbirliği içine girmişlerdir ve hâlâ Hindistan’ın endüstriyel aristokrasisine hâkim durumdadırlar.

Sömürgeciliğin ileri karakolu, Hristiyan misyonerliğidir. Dünya’nın her yanında ticaret elçiliklerinin yanında bir de kilise inşa ederler ve yerli halkı çeşitli hilelerle buralara çekmeye çalışırlar. Bu nedenle, bugün emperyalizm buralardan sökülüp atılırken kapanan her ticaret elçiliğinin yanında bir de kilise kapanmaktadır.

Misyonerler, Doğu’ya Hristiyanlığın kutsal saydığı yerleri (Bethlehem, Nazareth ve diğerleri) ziyaret etmek isteyen hacılar kılığında geldiler, derken Haçlı zırhları içinde ve tüccar elbiseleri içinde geldiler, sonra kilise örtüsü altında, daha sonra malları gemilerle taşıyan tacirler olarak ve en sonunda da “medeniyet” havarileri olarak geldiler.

Haftaya inşallah Celal Al-i Ahmed’in dilinden “Batı’dan gelen Veba”“Batılışma Hastalığı”nı, “Garpzedeler”le devam edelim.