Celal Al-i Ahmed
“Batılılaşma Hastalığı”na tutulmuş Türklerin, “Galata Türkleri”nin 2 asırdan beri sürmekte olan zımni (derin-saklı) iktidarlarının Türkiye’ye siyasi ve ekonomik maliyetlerini bu sütunlarda sık sık veriyorum.
Celal Al-i Ahmed, İran’ın “Batılılaşma Hastaları”nın, İran’da yaptıkları
tahribatı dert edinir, “Batı’dan Gelen
Veba”sında bu derdini döker.
Celal Al-i Ahmed’in “Garpzedeler-Batı’dan Gelen Veba”sındaki
değerlendirmelerini okuyucularımla paylaşmak istedim.
“Batı’dan gelen Veba” İran’ı olduğu kadar, belki daha da fazla
Türkiye’yi ilgilendiriyor, zira haddinden fazla Türk insanına bulaşmıştır.
“Batı’dan gelen Veba”, içinden geçmekte olduğumuz Covid-19
pandemisi gibi tümİslam ve mazlum-sömürülen
ülkeler coğrafyasını sarmış küresel bir
kâbustur.
Bu hafta, ilk kez Celal Al-i Ahmet’de rastladığım, –İrani tarihi
bilgileri– sizlerle
paylaşacağım, haftaya esas konuya, “Batı’dan
gelen Veba”ya değineceğim.
“Yaklaşık 1000 yılında Nesturi misyonerleri Orta Asya’daki Türk
kabilelerinin ardıl kollarını Hristiyanlaştırmayı
başarmışlardı. Bu kabileler İç Moğolistan’ın Ongots, Orta Moğolistan’ın
Kereit (Karayit)’leri ve Batı Moğolistan’ın Naimanları idi. Daha önceleri, Gobi
çölünde, Hristiyan kültürü aşılanan Uygurları bir tarafa bırakırsak, kimse, Cengiz Han’ın İmparatorluğu’nun yarı
Hristiyan çehresini, onun ordularında kılıç sallayan bütün bu batı
Türklerinin Nesturi inancını göz önüne almaksızın kavrayamaz.”
Cengiz, ordularının yarı yarıya Hristiyan Türklerden müteşekkil
olduğunu ilk kez duyuyor, konuyu tarihçilerimize havale ediyorum.
Al-i Ahmed, Timur’la ilgili şu
ilginç bilgiyi veriyor;
“İbn-i Haldun Timur için şöyle der; bazıları
onu mistik yaradılışlı olarak görüyor, bir Rafızi olarak kabul ediyor. Çünkü Ehl-i
Beyti tercih edişine itibar ediyorlar. Yani böylesi mırıldanmalar, Safavilerden
çok uzun zaman önce yükselmeye başlamıştı. Peki Timur, yani bu Rafızi ne yaptı? İslâm Dünyası’nı ne bahçe, ne bahçıvan kalana dek yerle bir etti. Eğer,
Hicrî 657 (1258)’de yeri göğü titreten, Tanrının gazabı Hülagu Han,
Abbasî halifesinin keçeden bir kilime sarılıp boğdurulmasını emrettiyse, bu
ikinci zorba, Timur da Türk Hükümdarı Yıldırım Beyazıt’ı, Hristiyan seyircilere eğlencelik olsun
diye bir kaplan gibi kafese koydurdu”.
Rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun da
Timur’u hep nefretle andığını hatırlatırım.
Celal Al-i Ahmet, Safeviler konusunda şu samimi itiraflarda bulunur:
“Osmanlı
Türklerini savunmuyorum. Bu haysiyetsiz ve kanlı savasın biz Orta Doğuluları
böyle açmaza sokan bir anemiye neden olduğunu söylüyorum. Belki de Osmanlı galip gelseydi ya da Safaviler
Şiîliğin etkisi altında ayrılıkçı bir yol izlemeselerdi, bugün Osmanlı halifeliğinin bir eyaleti
olurduk. Fakat bugün, biz İranlılar acaba bir Batı eyaletinin özneleri
değil miyiz? Aynı şekilde, Hicrî 6. ve 7. yüzyıllarda Bağdat halifeliğinin
de eyaleti konumunda değil miydik?”
Celal Al-i
Ahmed’in, “Şah İsmail, Yavuz’dan daha
Türk’tü” diyen bizim ırkçı kesimlerden daha gerçekçi olduğu görülüyor.
Bu arada şu
tarihi bilgileri girmem gerekiyor. Şah İsmail, en az Timur kadar acımasız idi.
İsmail, “Yeşilbaş” namıyla anılan
Özbek Sultanı Muhammed Şeybani Han’ı
yendiğinde Han’ın kafatasını Memluk Sultanı Kansu Gavri’ye, kafa derisini de
içine saman doldurarak Osmanlı Sultan II. Beyazıt’a göndermişti. İsmail,
Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı olan kendi öz annesinin boynunu da vurdurmuştur.
Rus Çarları
Şah İsmail’e sürekli silah desteği sağlamışlardır. Şah İsmail’in Türk
coğrafyasını ortadan yarması ve Rus İmparatorluğu’nun ilerlemeleri, Rusya ile
sürekli mücadelede olan Osmanlı ve Şeybani Hanlığı için sonu hüsranla biten
hayal kırıklığı olmuş, Rusya bugünkü
haline gelmiştir.
Tekrar
Celal Al-i Ahmed’e dönelim.
Batı, Safaviler
zamanında Şia’yı kan dökmeye teşvik ederek, Osmanlılara karşı bizim yanımızda yer alarak, Kaçar Hanedanlığı
döneminin ortalarında Bahai hareketini destekleyerek, Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Osmanlı
İmparatorluğu’nu dağıtarak, daha niceleriyle yalnızca İslamî bütünlüğümüze
saldırmadı, aynı zamanda, bütünlük arzeden İslami yapının çözülmesini hızlandırmaya çalıştı.
Hindistan, İslâmî
cizye vergisini ödemeye yanaşmayan Zerdüşt
kaçaklara sığınak olmuştur. Hindistan Persleri onların torunlarıdır. Bunlar sömürgecilik yıllarından
İngilizlerle utanç verici bir işbirliği içine girmişlerdir ve hâlâ
Hindistan’ın endüstriyel aristokrasisine hâkim durumdadırlar.
Sömürgeciliğin ileri karakolu, Hristiyan
misyonerliğidir. Dünya’nın her
yanında ticaret elçiliklerinin yanında bir de kilise inşa ederler ve yerli
halkı çeşitli hilelerle buralara çekmeye çalışırlar. Bu nedenle, bugün emperyalizm buralardan sökülüp atılırken
kapanan her ticaret elçiliğinin yanında bir
de kilise kapanmaktadır.
Misyonerler,
Doğu’ya Hristiyanlığın kutsal saydığı yerleri (Bethlehem, Nazareth ve
diğerleri) ziyaret etmek isteyen hacılar
kılığında geldiler, derken Haçlı
zırhları içinde ve tüccar elbiseleri içinde geldiler, sonra kilise örtüsü altında, daha sonra malları gemilerle taşıyan tacirler
olarak ve en sonunda da “medeniyet”
havarileri olarak geldiler.
Haftaya
inşallah Celal Al-i Ahmed’in dilinden “Batı’dan
gelen Veba”yı “Batılışma Hastalığı”nı,
“Garpzedeler”le devam edelim.