Cehaletle savaşın ismi davettir…
İslam, ilahi bir çağrıdır, tüm çağlara ve tüm coğrafyalara…
İnsanların felahını esas alan bu çağrı tüm zamanlarda kesintisiz devam
edegelmiştir… Çünkü İslami davet, Müslümanlar için imanî ve ibadî bir
sorumluluktur… Bu görev ne ihmal edilebilir, ne bir başkasına ihale edilebilir,
ne de istifa etmek mümkündür… O ki davet bir ibadettir, kıyamet sabahına kadar
sürdürülmelidir… Sonuç nasıl olursa olsun…
Evet, namaz kılmak, oruç tutmak neyse insanları İslam’a davet
etmek, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak da odur… Hatta namaz kişiseldir,
davet toplumsaldır… Toplumsal kurtuluş hedeflenmektedir…
Asr suresi bize şunu vurguluyor: “Hakkı ve sabrı tavsiye etme”
derdi olmayan herkes hüsrandadır… Müslüman kalmak mı istiyorsunuz, İslami
daveti sürdürmek durumundasınız…
En hayırlı ümmetin en belirgin vasfı hakka davettir…
Davet, üzerine güneş doğan her şeyden daha hayırlıdır…
Bütün peygamberlerin ortak misyonu, ilahi mesajı topluma
taşımaktır… Dolayısıyla Müslüman’ın temel misyonu bellidir… İman iddiası olan
herkesin mutlaka bir davası ve bu davaya bir daveti olacaktır…
Bu bakımdan davet, sadece kendisi için yaşayanların üstesinden
gelebileceği bir görev değildir… Bir başkası için yaşama erdemini kuşananların
hakkını verebileceği bir eylemdir…
Davet adanmışların, kendini aşmışların, aşk ve aksiyon
adamlarının işidir…
Davet sadece kelime ve cümlelerden ibaret değildir… Bir hayat
algısı, yaşam biçimi, mücadele azmidir… Burada yüreğin harekete geçmesi, ruhun
ayağa kalkması söz konusudur…
Davet, toplumda işlenen her suçta, kendini sorumlu hissetme
bilincidir… Her suç işleyenin suçuna bir yere kadar ben de ortağım, ıstırabı
ile kıvranmaktır… Bunca suç ve suçlu ertelenen davetin sonuçları değil midir?
Evet, cehaletle savaşın ismi davettir…
Bu savaşta yeryüzünde Allah’ın kamçısı değiliz… Hakkın
temsilcisi, rahmetin taşıyıcısıyız… Bu savaş; fütuhat, ganimet, şecaat mücadelesi
değil, insanları İslam’a irşad, hidayete davet gayretidir… Kalkış noktası
iktidar, intikam ve ihtiras olmayınca, ila’yı kelimetullah öne çıkacaktır…
Şimdilerde İslami sorumluluklarımız bağlamında kendimizi nasıl
konumlandırıyoruz?Ne ile sınırlıyoruz?
Bizim salih olmamız bile yeterli değil, muslih/ıslah edici
olmamız gerekiyor… Hem de kolektif bir ruh ile… Ciddi bir örgütlenme ile…
Toplumsal sorumlulukları ihmal etmeden, toplumsal ıslah projelerimizi hayata
geçirmek mecburiyetindeyiz…
Kendimizi tanımlarken; bir hayır kurumu, basın kuruluşu, siyasi
bir oluşum, ilmi bir kurul, illegal bir örgüt olmanın ötesinde ve öncesinde
kuşatıcı, kapsayıcı, insanları kardeşleştirici bir hareket olduğumuzu unutmadan
alana inmeliyiz… Peygamberlerin mesleği, görevi ne idiyse bizi bekleyen
sorumluluk da odur… Ve tüm yeryüzü sorumluluk alanımız…
Ama öncelikle bugün davetçilerimizi, dava adamlarımızı bu ulvi
göreve ikna etmek gerekiyor… Yılların dava adamları kendilerini iptal ettiler…
Mesailerini tatil ettiler… Yoksa kulvar mı değiştirdiler?Alana inmek için hangi
günü beklerler?
Hani bizi öldürmeye gelen bizde dirilecekti? Peki, bugün bizi
kim diriltecek?
Nesillerimiz cehennemin gayyasına müşteri olurken, biz vadiye,
derbiye, diziye takılı kalabilir miyiz?Yitik kuşakların hesabını verebilir
miyiz?
Ben, davet çalışmalarımızın etkisiz kalacağından, sonuç
alamayacağımızdan korkmuyorum… Bizde davet etme isteğinin uyanmamasından endişe
ediyorum…
Yeniden İslami davet sorumluluğuna kim bizi ikna edecek?
Nedense ilham gelmiyor, iştiyak uyanmıyor… Düne kadar bize
kapalı olan kapılar bugün açık… Hatta kalpler bile açık…
Üstümüze çöken bu ağırlık nedendir?Bu hastalığın bir izahı var
mıdır?
Yoksa dünyevileştik mi? Bireyselleştik mi?
Düne kadar davet aşkı ile
fakülteyi habire uzatan, evliliği sürekli erteleyen biz değil miydik?
Şimdi bu çağa söyleyecek sözümüz kalmadı mı?Yoksa sözü
söyleyecek mecalimiz mi yok?
Ya da soruyu şöyle sorayım: Davet aşkımızı söndüren, mücadele
azmimizi kıran hangi günahlarımız? Hangi kusurlarımız?
Dostlar! Bu fetret bitmeli, bu davet sürmeli, bu ocak
tütmelidir…
Ninovalarımıza dönmekten gayrı çıkış yolumuz yok… Yunusça bir
nedametle, nebevi bir duruşla…
Hz. Yunus (a.s.) ne diyordu?
“Zunnûn’u (Yunus’u) da. Hani öfkelenerek (davet
yerinden) gitmişti de bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı;
derken karanlıklar içinde, ‘Senden başka
ilah yoktur, seni tenzih ederim, ben gerçekten zalimlerden oldum’ diye
seslendi.” (Enbiya, 87)
Tevbe, tevhid ve tesbih ile tekrardan dönüş… Yeniden doğuş…