Ç/AY VE MANZARA HESABI
Yaşadığımız şahsi, ailevi sürgit gündelik hayat geleneğimizi, bir tulum gibi çıkarıp fırlatıyor, ekranlardan sözlü ve köşelerden yazılı olarak biçilen olay yorum ve tekrarlarıyla yaptığımız ezberi kuşanıyoruz. Aynı konular bizimle işe gidip, yolda konumuz oluyor, yetmedi eve dönüp bizimle yatıya kalıyor. Geçtik eşi dostu çocuklarımız dahi bizimle şundan, bundan değil, gündemden konuşuyor. Her günümüz istisnasız kundaklanıyor. Herkes, bir anda herkes olunca, olmayan yadırganıyor. Habersiz kalan muhabbet dışı. Özellikle son siyasi gündemden habersizse "zavallının cahilliği üstüne" kibre doyum olmuyor.
Dünya; -herkes kendi medyasıyla(medium/araç/lar, aracılar) yaşadığı için- tek merkezi radyonun başına toplanmış insanların öksürene ters baktığı koca bir kıraathaneye benziyor. Öz yaşamın demi acımış ta kimse farkında değil.
Diyorum ki: insan kendini yönetebiliyor mu? Asıl ondan haber versin. Sadece sürü, sürünün biri değil, aynı zamanda kendinin çobanı olduğunu, kendinden mesul olduğunu biliyor mu? Kendini güdebiliyor mu? Güdebilseydi eğer bir halk kendini, bu kadar "siyasileşmezdi." Öncü şahıslara bu kadar anlam yüklenmeyeceği gibi, bu kadar ağır bir hayat ta yıkılmış olmazdı.
Neyse ki daimi kültürel, kısmi askeri istilalar, orta kıyamet denilebilecek savaş teşebbüslerinin küçük provaları olan terör şiddetine rağmen; bir ülke halkı, devletinin soğukkanlılığına panikleriyle ekşi sıkmıyor ve ekstra bir mesele çıkarmıyorsa; bu bir milli olgunluk refleksidir. Bu da diğer etkenlerin yanı sıra, hiç olmadığı kadar kendini güvende hissettiğini gösterir.
Evet, dünyaya rağmen ülkemizde bir parça huzurun tanığıyız. Çayların demini eleştirebilecek, et fiyatının bir türlü aşağıya çekilemeyişine üzülecek kadar. Helal, böyle de haram kılınabiliyor gariplere. Hadi al, dokunabilirsen pahasına ateşin, diye mırıldanacak kadar.
Öyleyse kemalat yolunda bir eksiğimizi daha giderebiliriz. Birbiriyle yarışan hareketler ve değişimlerin yokuşunda baş aşağı akıp giderken, değişmeyen bir esasa tutunmakla onca değişime, zamana, varlığımıza sahip çıkmak mümkün olabilir. Heidegger şöyle diyor/muş: "Zaman, varlığı anlamanın mümkün ufkudur." İçinden geçiyor veya içimizden geçiyor olanı anlamaya çalışıyoruz. Lakin "bir orta oyunu" olaylar çıkarıp zincirliyor bizi gözümüzden, bakış açımızdan. Ömrümüz başka ömürlere değişiyor. Başka hayatları yaşıyor sanki zaman. Bizi öldürürken.
Olaysız kalmadığı kadar, olayları, kırık zincirine tutuklanmaksızın olgu üzerinden değerlendirerek artık coğrafyamızın sahih bilincine yerleşmeliyiz. Ömrümüzün böyle zor ve güzel bir toprakta geçişini, gelişi güzelliğe kaptırmamalıyız.
Bunun için hem gündemden uzak kalmamak, hem de gündemi kendimizden uzaklaştırmak zorundayız. Hayat bu çelişkiden doğuyor.
Rolu; (özellikle şahsi rolünüzü) bizzat belirleyenseniz, rol sizi giyinerek var olur. İmajlar maskeleşmez. Bu coğrafyaya yazılmış bir alın ve alnımıza yazılmış bir coğrafya olarak, yeterli ve güvenli gündem bilgisinin akabinde, değişip duran olayların hepsini önümüze dizip, çarpraz sorgulamalarla değişmeyeni bulabiliriz. Ay iyidir u2013sizden iyi olmasın- düşünmeler anında. Gece dinginliği ve okumaları...
Böylece olaylar, modayı takip eden zahirlerinden üryan olup sırlarını dürüstce ifşa edeceklerdir. O değişmeyeni, değerlerimizle, yani değerlendirmede esas aldığımız ölçülere vurduğumuzda görünen; asıl manzaramızdır. Değişimden kopmuş daimi an'ı böyle böyle yakalayacağız. Anlam bakımından doygun olduğu için dünyaya taşan, harekete ve değişime karışan bize has değişmezlerimizdir. Dönüp duran dünya, insanlığa has mührü alnına basmamız için duracaktır.
İşte o anlar, tıpkı kadir gecesi gibi, bir ömür kadar açılma kabiliyeti olan kadri, kıymeti çok hususi anlardır. Kader an'ı gibi. Bilincimizin aydınlık çakımında en ziyade seçme gücümüzü kullandığımız, irademizi en iyi tasarruf ettiğimiz nadir anlar...