Çarşaf, Milli Mücadele'nin sembolüydü
1922 sonlarında Türkiye’de bulunan ve Ankara’da Mustafa Kemal’le de görüşüp Paşa’dan bir mülakat da alan İngiliz Gazeteci Grace Ellison, “Kuvay-ı Milliye Ankara’sı” isimli anılarında, “Çarşaf milliyetçiliğin sembolüydü” der.
O sıralarda “Milli Mücadele” diğer adıyla “Milli Mücahede” sahada bitmiş masada
sürmektedir. Grace Ellison’a göre “Çarşaf”,
“Milli Mücadele”nin sembolü” olmuştur.
Cumhuriyet’in arifesinde Türk
kadını için, Ellison;
“Türk kadınları kendi mallarını kendileri yönetmekte,
kendi işleriyle ilgili kağıtları imzalamakta, mahkemelerde tanık olarak
dinlenmekte ve kendi davalarını mahkemeye götürebilmektedirler... bizde böyle
değil” demektedir.
Görüldüğü gibi Cumhuriyet
öncesi Türk kadını zincire vurulmuş falan
değildir. Ellison’a göre, İngiliz kadınlarından bile daha özgürdür.
Grace Ellison, Türk halkı ile
Padişah’ın ilişkileri için de; “Müslümanların devlet büyüklerine saygıları
bizdeki kadar katı değildir. Rütbe ve aile soyluluğu Müslüman için önemli değildir.
Bize benzemezler. Derebeylik görenekleri Müslümanlara büsbütün yabancıdır” der.
Yabancı, üstelik o sırada
hasım bir ülkenin vatandaşı bile, bizim
laikçi kesimin iddiasının aksine, Türk halkını padişahın kulu-kölesi olarak değerlendirmemektedir.
Laikçiler, Osmanlı Hanedanına
nefret dolularken, gazetelerinin magazin sayfalarından İngiliz, İspanyol,
Hollanda, Danimarka kraliyet ailelerine hayranlıklar ve sevgiler damlatırlar.
Laikçi zümrenin o dönemlere
ilişkin bütün aşağılamaları, subjektif, tutarsız, mesnetsiz, kasıtlı, manipülatif
hezeyanlardır.
Mahut kesimler bir zamanlar
Menderes’in de yakasına yapışmış, koskoca başbakanı silkeleyerek “özgürlük istiyoruz” demişlerdi.
Adamcağızı asmakla, hasret kaldıkları(!) özgürlüğü bol bol soludular.
Bunların özgürlük dırdırı vazgeçilmez klasikleridir.
Tanzimat’tan günümüze değin bıkmadan, usanmadan, özgürlük isteyip
durmuşlardır.
Fırsat ellerine
geçtiğindeyse, köylülerin Çankaya’da
dolaşmalarını yasaklayarak, Türk insanına kafalarındaki “özgürlüğü(!)” tattırmışlardır. Onlara göre
Türk köylüleri yırtık, yamalı kıyafetleri ile görünerek fiyakalarını bozuyor, yabancı
elçilerin gözünde Türkiye’nin itibarını düşürüyorlardı.
Son olarak, Bandırma’daki “laik ayin” de çarşaf soyarak Türk
kadınını güya özgürlüğüne kavuşturdular!
“Laik öfke”nin
çarşaf ve başörtüsüne hücumları bir türlü ıslah ve iflah olmaz, dinmek bilmez.
“Milli Mücadele”de işgale direnişin sembolü olan
çarşafı, acımasızca, vicdanları titremeden “esaret
sembolü” yapıverdiler.
Bu bir illüzyondur.
Zati Sungur bunlara şapka
çıkarırdı.
İnsanın yüreğini asıl yakan,
esas acıtan ise, sorumsuzca ülkeyi işgale
uğratmışlarken, ülkeyi biz kurtardık
ayağına yatmalarıdır.
Laikçiler 23 Temmuz 1908’de darbeyle devlete el koydular, yönetimi gasp ettiler.
Yıllarcaortalığıinlettikleri “özgürlük, meşrutiyet” naralarına
rağmen iktidar olur olmaz bir diktatörlük
kurdular, özgürlükten eser bırakmadılar.
Çarşaf yırtanlar diktatoryası, masum milletimize ilk elden Balkan Harbi faciasını
yaşatıp, akabinde Türkiye’yi I. Dünya
Harbi ateşine attılar.
Maceraperestler, 50 yıl “meclis, meşrutiyet” diye
yırtınmışlardı. I. Dünya Harbi’ne girme kararı alırlarken, o meclisin onayını bile almadılar. Osmanlı’yı tarihinin en
tehlikeli virajına iterken, meclisi
devre dışı bıraktılar, halkın fikrine değer vermediler.
Bugünlerdeki parlamenter sistem dırdırları da aynen
böyle bir tiyatrodur.
Savaşa girileceğinden, Padişah’ı bile haberdar etmediler.
Bu hazin savaşın sonundaysa ülkeyi
elim bir işgale uğratıp, müstevlilere teslim ettiler.
“Çarşaf yırtanlar”, ülkeyi işte böyle mahvetmişlerken, bütün bu gerçekleri çarpıtarak iğrenç yalanlara
yatarak, direnişin sembolü olmuş çarşafı,
işgalin, hezimetin sorumlusu sayabiliyorlar.
Galiba tarihe geçecek yegane başarıları da bu pişkinlikleridir.
Pes doğrusu!