Çanakkale Zaferi ölümü öldürenlerin zaferidir
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin en kanlı ve trajik olaylara maruz kaldığı cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’ydi. Gelibolu Yarımadası’nda havadan, karadan ve denizden yapılan düşman saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” diyerek toprağa düşen şühedânın destansı mücadelesinin üzerinden 107 yıl geçti.
107 yıl önce Cihan Devleti Osmanlı’yı
7 cephede parçalayan sırtlanlar sürüsü bugün Türkiye’yi yine içerden ve
dışardan abluka altına almaya çalışıyor. Bu kuşatmayı yarmak için Mavi
Vatan’da, Libya’da, Irak’ta, Suriye’de sınır boylarında bekâ mücadelesi veren
Türkiye Mehmetçikleriyle destan yazıyor.
Küffara karşı Çanakkale’yi geçilmez
kılarak ölümü öldüren 15’lilerin, Bigalı Mehmet Çavuşların, Havranlı Seyit
Onbaşıların, Niğdeli Alilerin, Mücahide Hatice Hanımların, 57’nci Alaylıların
torunları, dedelerinin ruhunu şâd etmek için gece gündüz demeden çalıştı.
Ulaşımda İstanbul Havalimanı, Yüksek Hızlı Tren Demiryolları, Marmaray, Avrasya
Tüneli, Yavuz Sultan Selim ve Osmangazi Köprüsü, İzmir-İstanbul Otoyolu gibi
millî ve yerli mega projelerin yanına bir yenisini daha ekledi. Asya ve
Avrupa’yı bir kez daha birbirine bağlamakla kalmayıp, 1915 Çanakkale Köprüsü’nü
boğaza şühedânın künyesi gibi taktı.
Bugün Türkiye’nin kalbi Çanakkale’de
atacak. 4,5 yıl gibi kısa bir sürede bitirilen ve asrın en önemli projeleri
arasındaki yerini alan dünyanın en nitelikli ve teknolojik “simgelerin köprüsü”
1915 Çanakkale Köprüsü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın riyasetinde
bağımsızlık mührü olarak hizmete açılacak. Bize bu vatanı emanet eden
şehidlerin ruhu yâd edilerek, “Çanakkale Ruhu” bu topraklarda ilelebet payidar
kılınacak.
***
107 yıl önce Çanakkale Cephesi’nde
yaşanan ibretlik tabloya bir kez daha bakalım...
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı
Devleti’nin en kanlı ve trajik olaylara maruz kaldığı cephelerden birisi de
Çanakkale Cephesi’ydi. Gelibolu Yarımadası’nda havadan, karadan ve denizden
yapılan düşman saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” diyerek toprağa düşen
şühedânın destansı mücadelesinin üzerinden 107 yıl geçmesine rağmen hâlâ
tazeliğini koruyor.
*
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Balkan
devletleriyle Osmanlı hükümetlerinin ilişkileri 1912’nin Eylül’ünden itibaren
kötüye gitmeye başlamıştı. Bu gelişmelerin ardından İstanbul’da, daha sonra
Bâbıâli Baskını olarak anılacak olan kanlı bir hükümet darbesi, Yarbay Enver
Bey ve 30-40 kişilik İttihatçı arkadaşları tarafından gerçekleştirildi.
Arkasından Harbiye Bakanı Nâzım Paşa’yı öldürüp, Sadrazam Kâmil Paşa’yı
istifaya zorladılar. Aynı günün henüz akşamı olmadan Sadâret’e (Başbakanlığa)
Mahmut Paşa’yı getirdiler. İstanbul Muhafızlığı da şehrin kontrolünü eline alan
Cemal Paşa’nın idaresine geçmiş oluyordu. Ancak Balkan Savaşı henüz bitmemiş,
harp bütün acımasızlığıyla devam ediyordu.
*
1 Ağustos 1914 günü Almanya’nın
Rusya’ya harp ilan etmesiyle, Harb-i Umumi olarak bilenen 3 kıtada ve 8 cephede
2.5 milyon askerin çarpıştığı bu savaşa girilir. Birinci Dünya Savaşı,
Avrupa’da 2 Ağustos 1914 yılında patlak verdiğinde Osmanlı Devleti de aynı
tarihte seferberlik ilan eder.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı,
sadece farklı rütbelerden değil, farklı coğrafyalardan, dinlerden ve etnik
gruplardan çok sayıda askeri ordu birliklerinde istihdam ederek cephelere
sürer. 1914 yılında Osmanlı Devleti hâlâ oldukça geniş sayılabilecek bir
imparatorluktur ve toplam yüzölçümü 2 milyon kilometrekaredir.
Osmanlı Devleti, bu çalkantılı dönemde
bütün sınırlarda İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya)
askeri hedefi haline gelir. İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin başkenti
İstanbul’u alarak; İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın kontrolünü ele geçirmek,
Rusya’yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, İstanbul’u zapt
etmek suretiyle Almanya’nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak
İttifak Devletleri’ni zayıflatmak amaçlarıyla ilk hedef olarak Çanakkale
Boğazı’nı seçer.
*
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı
sahnesi gerçek anlamda çok cepheli savaştır ve Osmanlı orduları bu cephelerde
aynı anda birden fazla İtilaf Devleti ordusuna karşı mücadele verir. Osmanlı
askerleri Arap Yarımadası, Irak, İran, Avrupa, Galiçya, Doğu Anadolu ve
Çanakkale’de çarpışır. Osmanlı savaş tecrübesinin en yoğun, en uzun ve ne yazık
ki, en kanlı geçen, dolayısıyla hatırlama kayıtlarına en çok yansıyan
cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’dir.
18 Mart 1915’te Çanakkale Cephesi’nde
patlak veren savaş sonrası Anadolu ve İstanbul sokakları, düşmanın Çanakkale’yi
geçtiği söylentileriyle çalkalanmaktadır. Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın, “Vatan
elden gidiyor, daha çok askere ihtiyacımız var” çağrısı karşısında müteessir
olan münevverlerin, aydınların, muallimlerin, öğrencilerin içi kan
ağlamaktadır.
Ölüm ile hayat, esaret ile hürriyet
arasındaki hassasiyetin en fazla hissedildiği bir dönemden geçilmektedir.
Askerlik şubelerinin önleri Çanakkale Cephesi’nde yerini almak isteyenlerin
oluşturduğu uzun kuyruklarla dolup taşmaktadır. Fakat, bu kuyrukların ekserisini
oluşturan öğrenciler için bir engel vardır; Askerî Mükellefiyet Kanunu.
Bu kanuna göre, Sultanîye öğrencileri
askere alınamaz. Fakat durum çok farklıdır. Vatanın elden gitme tehlikesi
vardır. Gönüllü olarak askere kabul edilen öğrenciler ilk fırsatta Çanakkale
Cephesi’ne koşarlar.
Bunların başını da Medreseli,
Daru’l-Fünunlu (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi), Mekteb-i Sultanîli
(Galatasaray Lisesi), İstanbul Sultanîli (İstanbul Erkek Lisesi), Vefa
Sultanîli (Vefa Lisesi) ve Dârülmuallimîn-i Âliyeli (Çapa Anadolu Öğretmen
Lisesi) öğrenci ve öğretmenleri çekmektedir.
Dünyanın dört bir yanından gelen
Avrupalı, Afrikalı, Avusturyalı, Hintli ve Senegalli düşman askerleri, Gelibolu
Yarımadası’na havadan, karadan ve denizden ölüm kusmaktadır.
*
Çanakkale Boğaz’ında âdeta “mahşer”
yaşanmaktadır. Burası 7 düvelin üzerimize çullandığı Çanakkale Cephesi!.. Bu
savaş, Hakla bâtılın savaşı... Bu zafer, ölümü öldürenlerin zaferidir.
18 Mart 1915’te başlayan ilk saldırı 9
Ocak 1916 tarihinde karşı donanmanın Osmanlı topraklarını tamamen terk
etmesiyle son bulur.
Canlarını vatanları uğruna seve seve
fedâ eden daha bıyığı terlememiş öğrenci ve öğretmenlerin çoğu geri dönemez.
Öğrencilerini şehid veren okulların bir kısmı o tarihlerde mezun dahi veremez.
Destanların yazıldığı, dramların yaşandığı bu süreç sonrasında, “eğitim
hafızamız”da oluşan boşluk uzun yıllar doldurulamaz.
Çanakkale Cephesi’ndeki muharebelerde
toplam 57 bin 84 Mehmetçik şehit olur. Bu trajedilerle dolu savaşta Osmanlı’nın
tahminen 240 bin askeri esir düşerken, 3 milyon insanı da şehit olur. Dünya
genelinde ise bu savaşta 16 ilâ 19 milyon arası asker ve sivil hayatını
kaybeder.
*
Türk milleti; Yemen, Medine, Kafkasya,
Galiçya, Çanakkale’deki kahramanlıklara rağmen bu savaşta mağlup sayılır. Savaş
sonunda Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda Türk egemenliği yerini İngiliz ve
Fransız eğilimli manda yönetimlerine bırakır. Bölgede Irak, Suriye, Ürdün,
Suudi Arabistan gibi devletler kurulur.
“Çanakkale Geçilmez” kılınır, fakat bunun
bedeli olarak geleceğimizi inşa edecek hafızamız yok olur. 18 Mart’ta yazılmaya
başlayan destanla 9 Ocak 1916’ta vatanımızı terk etmek zorunda kalanlar 13
Kasım 1918 tarihinde payitaht İstanbul’u işgal eder. Arkasından 3 kıta 7
iklimde 624 yıl hüküm süren koskoca Osmanlı Devleti çöker.
***
ÂKİF,
ÇANAKKALE’Yİ RUHUYLA HİSSEDEREK YAZDI
Çanakkale Zaferi’nin haberi gelmeden,
Hicaz yolunda, El Muazzama İstasyonu’nda Mehmed Âkif’le yolculuk eden Kuşçubaşı
Eşref Bey anlatıyor: “Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı
semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevî ışıkları altında,
Mehmed Âkif bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı.
İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını
duyuyorduk. Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan
rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: ‘Artık ölebilirim Eşref. Gözlerim açık
gitmez’ dedi...”
ÇANAKKALE
ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki
dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü
beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için
Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir
karaya.
***
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar
kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir
Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan
kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud
kafesi!
***
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı
beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat
mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor
karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun:
Kanada!
***
Çehreler başka, lisanlar, deriler
rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler
denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem
ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil
istilâ!
***
Ah, o yirminci asır yok mu, o
mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle
sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup
karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
***
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o
yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat,
yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel
esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir
mülkü harâb.
***
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her
siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan
neferin.
***
Yerin altında cehennem gibi binlerce
lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce
adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede
yer,
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı
beşer…
***
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene,
parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak
sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd
eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
***
Veriyor yangını, durmuş da açık
sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan
mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide
güler!
***
Ne çelik tabyalar ister, ne siner
hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat
iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına
râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
***
Sarılır, indirilir mevki’-i
müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i
beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme”
dedi.
***
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş
gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu,
çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar,
taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez
başlar…
***
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış
yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler
batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş,
asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı
değer.
***
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor
Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar
şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler
kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem,
sığmazsın.
***
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o
kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem
başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem
taşına;
***
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün
ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da
tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam
oradan;
***
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş
kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem
yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz
etsem;
***
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam
yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem
hatırana.
***
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak
salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı
Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken
hüsran,
***
O demir çenberi göğsünde kırıp
parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı
adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…
Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu
cihât…
**
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden
makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.
(Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Âsım)
İşte bu ruh haliyle Çanakkale
Cephesi’ni görmeden Çanakkale Destanı’nı yazmış adama kalkıp birileri
hezeyanlarını kustu. Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde, şehitleri anma
töreninde dönemin meşhur şairlerinden birisi kürsüye çıkıp, “Maalesef, Çanakkale Şehitleri için güzel,
şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir şiir yazılamadı.
Çanakkale Destanı’nı yazan Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın
şiirini okuyacağız...” hezeyanlarını kustu.
Bu hezeyanları duyan koskoca Âkif çocuklar gibi hüngür hüngür ağladı.
*
Millî Mücadele savaşı sonuç vermiş, Âkif için artık suskunluk
dönemi başlamıştır. Yeni kurulan devletin çevresini kuşatmaya başlayan zorbalar
Âkif’i her geçen gün daha da üzer, incitir.
Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın
manevî liderinin arkasına hafiyeler takılır. Amaç bellidir; Memleketi millî
fikir ve aksiyon adamlarından temizlemek!.. Çanakkale’de feda edilen neslin son
kahramanlarını yaşarken kahretmek!..
Ülkenin kahramanlarının en civanmerdi,
en vatanperver ferdi olan çilekeş Âkif, hicret etmeye zorlandı, iki dönem
mebusluk yaptığı halde maaşına el konuldu, kalan ömrünü yoksulluk içinde
geçirmeye mahkûm edildi. Vefat edince cenazesini öğrenciler kaldırdı.
***
İKBAL,
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNİN KANINI HZ. PEYGAMBERE SUNDU
1915’te Mehmetçikler şanlı bir
direnişle Çanakkale Boğazı’nı savunurken cepheden 5 bin 500 kilometre
uzaklıktaki Pakistanlılar, Osmanlı Devleti’ne destek için Lahor Meydanı’nda
destek mitingi düzenler. Bu mitingi düzenleyenler Çanakkale’de çarpışan Türk
milletine yardım ve gönüllü toplamayı amaçlar. Kendileri İngiliz sömürgesi
altında inim inim inlemelerine, bütün tehditlere rağmen meydanda açılan
sergilerde Çanakkale için çok büyük yardım toplarlar.
O gün Lahor Meydanı'nda toplananlara
hitap edeceklerden birisi de Pakistan’ın manevi kurucusu, Şairi Âzâm Muhammed
İkbal’dir. Topluluk büyük bir heyecanla İkbal’in seslenişini beklemektedir.
İkbal birkaç gün önce Peygamber
Efendimizi (sav) rüyâsında görmüştür. Rüyâsında huzuruna çıktığı Hz.
Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine, Cennet’te
bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek, içinde Çanakkale
şehitlerinin kanının bulunduğu şişeyi Hz. Peygamber’e sunmuştur. İkbal hicap
içerisinde birkaç gün önce gördüğü bu rüyâyı dizelere dökmüştür.
İkbal meydandaki insanlara başlar gül
kokulu rüyâsını anlatmaya:
“Dedi Hz. Muhammed (sav)
Cihan bahçesinden bana bir koku gibi
yaklaştın,
Söyle bana ne gibi bir hediye
getirdin?
Dedim: Ya Muhammed (s.a.v.) dünyada yok
rahatlık,
Bütün özlemlerimden umudu kestim
artık,
Varlık bahçesinde binlerce gül, lale
var,
Ama ne renk, ne koku... Hepsi de
vefasızdır,
Yalnız bir şey getirdim kutlanmıştır
tekbirlerle,
Bir şişe kan ki, eşi yoktur namusudur,
vicdanıdır,
Buyurun, bu Çanakkale şehidinin
kanıdır.”
İkbal bu duygu dolu dizeleri okurken
Lahor Meydanı’nı dolduran yüzbinlerle birlikte kendisi de gözyaşlarına
boğulmuştur.
Muhammed İkbal’in hiç gelip görmediği
topraklarımıza ve bağımsızlık mücadelemize verdiği bu koşulsuz destek, biz
Türklerle Pakistanlılar arasında ebedi kardeşliğin mührüdür. Büyük bir şair,
felsefeci ve dava insanı olduğu tartışılmaz Profesör Muhammed İkbal’in Türk
milleti nazarında sahip olduğu itibar ve sevginin nedenlerinden biri de
Kurtuluş Savaşı yıllarında Pakistan halkını Türk Millî Mücadelesi’ne destek
vermek için örgütlemesi ve millî mücadelede kullanılmak üzere alt-kıta
Müslümanlar halkının topladığı 1,5 milyon sterlinin Türkiye’ye yollanmasına
öncülük etmesidir. “Doğu’nun Şairi” İkbal’in en dikkat çeken felsefesi umuda
yaptığı vurgudur.