Çalıştığınız yerden çıkmadı
Modernitenin erken zamanlarından itibaren yaygın olan tez; insanların evrene dair açıklayabildiği alanlar genişledikçe dinin gerileyeceği hatta işlev ve önemini kaybedeceği şeklinde idi. Bilhassa II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşananlar bu tezi tersine çeviren gelişmelere insanlık şahitlik etti. Neticede tüm dünyada bu gelişmelerin yansıması olarak, din de farklı toplumsal formlarda karşılık bulmuştur.
II. Dünya savaşı ile birlikte derinleşen modernliğin krizi gündelik hayatın birçok alanlarında gözlemlendi. Türkiye gibi ülkelerde modernlik deneyiminin kültürel gecikmişlik ekseninde yaşandığı ülkelerde 1980’lere gelinceye kadar modernlik belirli kriz alanları oluştursa da gücünü göstermeye devam etmiştir. Modernliğin insan, dünya ve eşyaya dair kesin iddiaları onun aynı zamanda totaliter doğasının nedenlerine de göndermede bulunmaktadır. Ayrıca gündelik yaşamda hiçbir inanç alanına yaşam imkanı bırakmayan kamusallık tasarımı, bir başka kamusal dinsellik yaratmıştır.
Tüm bu süreçler aynı zamanda modernliğin farklı boyutlarda eleştirildiği bir zaman dilimine denk gelmektedir. Modernliğin eleştirisi ile birlikte onun ideolojileri olan sol ve liberal anlayışların başarısızlığı muhafazakar Müslümanlığı öne çıkarmıştır. Bir başka deyişle, sol ve sağın başarısızlığı karşısında Türkiye’de muhafazakar Müslümanlığın öne çıkması onun tarihsel derinliklerden gelen “tanıdık” olmasından kaynaklanan otomatik bir durumdu.
Nitekim solun bu topraklarda tutunabilmesi için fazladan bir mesaiye ihtiyacı vardı. Çünkü toplumsal kodlarda henüz tanınmadığı için meşruiyetini kanıtlama ihtiyacı bulunmaktaydı. Sol toplumda ezilmişlerin sayısı arttığı oranda otomatik olarak kendisinin yükseleceğini hesaba katmaktaydı. Bir de solun “ezilmiş”liğin edebiyatını yapma konusundaki başarısını da teslim etmek zorundayız. Bütün insanlar ezilmişliğin acısı konusunda evrensel hislere sahiptirler. Ancak bu ezilmişlik rasyonel tedbirlerle birlikte bir metafizikle dolayımlanmazsa toplumda alıcı bulmuyor. Buna biz “tamamlayıcı metafizik” diyebiliriz. Dolayısıyla sol bu ülkede metafizik dolayımlamayı sağlayan hikayesini hiçbir zaman tamamlayamadı.
Liberalizm bu topraklarda sadece pragmatik boyutlarıyla kabul gördü. Prens Sebahattin’den itibaren liberalizmin tezlerinin toplumsal bir taban bulmadığını belirtmek gerekir. Bazıları belki kapitalizmin başarısını öne sürerek bizim bu tezimize karşı çıkabilirler. Fakat gerçekte pragmatik bir kapitalizmin ötesinde bir liberallikten bahsetmek oldukça zordur. Batı’da liberallik bir seküler ahlak temelinde işlemektedir ve gündelik hayatın içine yerleşmiştir. Bu topraklarda liberal olduklarını iddia edenler bile muhafazakar profillerdir ve liberalizmi tüm mantıki sonuçlarına kadar götürüp savunamazlar.
Tarih ve sosyolojinin rüzgarı İslamcıların arkasında olmasına rağmen İslamcılar ne derslerine çalıştılar ne de iddia ettikleri şeyleri yerine getirebildiler. Onlar uzak ya da yakın tarih içinde yaşamaya devam ediyorlar. Müslümanlar en maliyetsiz ve kolay olanı tercih ederek tarihe güzellemeler yapmakta ya da eleştiri getirmektedirler. Ancak cevabı merak edilen soru; müslümanlar nasıl bir yarın ve gelecek öneriyorlar? “Tarihte müslümanlar başarılı idiler” cümlesi ve bilgisi bugünün inşasında bir işlev görüyor mu?
Buradan anlıyoruz ki, liberal, sol ve İslamcılar kendilerine öğretilen ezberleri tekrar ediyorlar. Halbuki önümüzde ciddi problemlerimiz duruyor ve bunlar küresel ölçekte insanlığın ıstırabını derinleştirmeye devam ediyor. Taraftarlıklar içinde kurulan her bir cümle ilk bakışta retorik olarak güzel görünüyor ve hatta muhataba ders verildiği düşünülüyor. Ancak günün sonunda bu topraklarda yaşayan hiç kimsenin işine yaramıyor.