Çalışmak! Çalışmak! Çalışmak!
Bu
sene karınca kolonilerini hep izledim. Deniz sahilinden dağların tepelerine;
bahçelerdeki meyve ağaçlarının güzel yüzlerinden bostanlardaki sebze
çeşitlerinin taze bedenlerine; yollardaki gıda izlerinden tarlalardaki tahıl
tanelerinin yollarına kadar her yerde onları müthiş bir heyecanla çalışır
gördüm.
Karınca
milleti içinde bir tanesini dahi miskin miskin oturan görmedim.
Hayatları
pahasına neticeyi düşünmeden o çalışkan hallerine ve emek sarf etme çabalarına
hayran kaldım.
Sahilde sıcak kum taneleri
arasında serdiğimiz serginin üzerindekilerden paylarını alırken ve bedenimizi
hafif hafif ısırarak tembelliğimize hatırlatmada bulunurken bir an önce ya
denize girin, ya da evinize gidin der gibiydiler.
Dağların tepelerinde o
soğuk iklimlerin en yüksek oksijeninin olduğu yerlerde bizleri medeniyetin
kokuşmuş kent kültüründen uzaktaki güzelliklere davet etmedeki çalışkanlıkları
takdire şayandı.
Bahçelerdeki bütün meyvelerden
pay almak için canları pahasına dur durak demeden, dinlenmek nedir bilmeden her
meyve sofrasında kendilerine yer bulmaya çalışmaları apayrı bir görme işiydi.
Bostanlardaki sebzelerden hisse
almak için diplerindeki sularda boğulmak pahasına toprağın karanlığında
kaybolmak bedeline karşı sarf ettikleri emeğin karşısında eğilmemek karınca
milletine en büyük bir hürmetsizlik gördüm.
En tehlikeli yollardaki
gıdalardan
dahi paylarını almak için tereddütsüz fedakarlıkları ve çılgın cesaretleri
karşısında eğilmeği karınca milletine en büyük takdir bildim.
Tarlalardaki tahıl
ürünleri
üzerindeki mesaileri ise apayrı bir görme eylemiydi benim için.
Bütün
karınca milleti kolonilerine dane taşımak için bir yarış halindeydiler tarlalarda.
Mahşeri
bir kalabalık vardı karınca milletinin dizildiği emek yolunda.
Hiç
yerinde oturan yoktu. En küçüğünden en büyüğüne kadar her biri tarladan ne
kadar çok dane evime götürürüm telaşındaydı.
Ne
koca gövdeli insanların onları ezişine aldırış ediyorlardı, ne de koca koca
demir yığınlarının onların yollarını ve yuvalarını tarumar eden canavarca
gürültülerinden korkup güzergahlarını terk ediyorlardı.
Asil
karınca milleti çalışmanın lezzetinden ve geleceklerini onurluca inşa etme
heves ve heyecanından ötürü sadece hayatta kalanlara bakıyor bu uğurda ölenlere
takılıp kalmadan yaşam yüklerini ve yıllık zad-u zahirelerini kolonilerine
taşımaya devam ediyorlardı.
Bir
gün, çok telaşlı bir o kadar da hızlı çalışan o çok kalabalık karınca
kolonisinin kapısında durdum. İçeriye girerek o çalışkan milletin yerin
üstündeki faaliyetinin yerin içinde ne halde olduğunu görmek diledim.
Yerin
üstünde onca tehlikeyi göze alan hatta bir dane uğruna hayatını kaybeden
karınca milletinin yerin altında muhteşem bir şehir inşa ettiklerini gördüm.
Yeryüzüne
çıkan ve yükünü alıp şehrine dönen o karınca milletinin her birinin yükünü yer
altındaki şehrin ambarına bıraktığını gördüm. Soluk almadan ve ne taşıdığını
sorgulamadan hemen yeryüzüne çıktığını aynı tehlikelere maruz kalarak tekrar
yer altındaki şehrine malzeme taşıdığını fark ettim.
Karınca
milletinin hasad zamanındaki yegâne faaliyetinin bu olduğunu ve yer altındaki
şehrin depolarını doldurmaktan başka gayelerinin olmadığını büyük bir hayretle
seyrettim.
Evet
karınca milletini kutsallaştıran ve insanlık alemine dahi rol model kılan en
seçkin tarafının bu çalışkanlık olduğunu bir kez daha müşahede ettim.
Necip
Fazıl, devler gibi eserler bırakmak
için karıncalar gibi çalışmak lazım derken galiba düştüğümüz
miskinlikten nasıl kurtulacağımızı ifade etmek istiyordu.
Mehmet
Akif, zekât ile ilgili ayetlere Müslüman öyle çalışmalı ve
üretmeli ki zekat alan değil veren konumunda olmalı
şeklinde mana verince cemiyetin halini özetliyor hatta köle-efendi bağlamında
çalışmayınca düşeceğimiz durumu feryatla şöyle anlatıyordu:
"Allah’a
dayandım!" diye sen çıkma yataktan...
Mânâ-yı
tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını,
zannetme, asırlarca uyurdu;
Nereden
bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç
kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi
bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde
"tevekkül" demek olsaydı "atâlet";
Mîrâs-ı
diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan
kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi;
Kur’an
duramaz, nezd-i ilâhîye dönerdi.”
“Çalış
dedikçe şeriat, çalışmadın durdun
Onun
hesabına birçok hurafe uydurdun
Sonunda
bir de "tevekkül" sokuşturup araya
Zavallı
dini çevirdin onunla maskaraya!
Bediüzzaman
Said Nursi evet, daire-i esbabda iken
tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir
derken karınca milletinin dahi bu kuralı nasıl uyguladığını bize hatırlatır,
neredeyse 300 yıllık sefaletimizin sebebini ifade eder gibidir.
Efendimiz
(a.s.v.) rızkın onda dokuzu ticarettedir
derken ümmetinin geleceğini inşa eden en önemli fiilin çalışmak, bilhassa
dilencilik manasına gelen memuriyetten kurtularak izzetli ve bol rızıklı
yaşamın çalışarak üretmekte olduğunun söyler gibidir. İslam ülkelerinde
bilhassa ülkemizde insanımızın çoğunluğunun onda dokuzuna değil de birine talip
olmasının bilhassa bu birin de devletin kapısının olması ise büyük bir sefalet
iklimine girdiğimizi gösterir.
Yüce
Mevla’mız ise insana
ancak çalıştığının karşılığı vardır derken iki
cihan saadetimizin temel hareket noktasını mucizevi şekilde ortaya koyar.
Bütün bu hakikatler çalışmanın insan onurunu nasıl
koruyacağını; insanca ve Müslümanca yaşamanın formülünün ne olduğunu ortaya
koyar.
İnsanlığa söyleyecek sözümüz varsa bunu ancak çalışarak ve
üreterek söyleyebiliriz.
Bugünkü çıkmazdan yarınki aydınlık ufuklara ancak çalışarak
gidebiliriz.
Bu millet hatta ümmet ve dahi insanlık için en büyük iyiliğimiz, çalışmaktır, çalışmaktır, çalışmaktır, vesselam...