Büyüsü Var Diye Kelimelerin…
Kelime insandan incinir mi? Vara yoğa çağrılırsa, bir cümlenin ortasına alelade bırakılırsa, ehemmiyet gösterilmezse incinir insandan kelime… Sesimizi duyamazsa, sesini duyuramazsa incinir. Bir de yüksek raflarda tozlanıp unutulmuş kitaplar gibi uzağına düşünce lisanın, incinir kelime insandan. Bir canı vardır her kelimenin; yaşanmışlıkları, tesir alanı, tıpkı kişiler gibi hatıraları…
Klasik, hassas, sevgili… Kaybettiğimiz çok şey var. Bugünkü mimarimiz, edebiyatımız, musikimiz de hep o kaybolan şeylerin izleri üzerine inşa etmeye çalışıyor kendisini, bir yitik üzerine. Hasret yeter mi bazı şeyleri imar etmeye; demek yetiyor. Aramaya mecal bulmak, hasret duymakla başlıyor. Kaybedilene hasret. Estetiğimiz, rüyamız, renklerimiz, gayretimiz gibi. Köşe başında bekleyen ve pencere önünden geçemeyen uysal ve sabırlı sevdalarımız gibi kaybettiklerimiz de sadece beşerî kimliğimizi değil, toplumsal kimliğimizi zaafa uğratıyor.
Ne zaman öğrendim hatırlamıyorum. Nerede ve nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum. Bir dem, derin bir boşlukta sıkışıp kalmış kelimelerin kökleşmiş ama kilitli bir tesirle bana seslendiğini ve o muazzam çağrının zaman içerisinde bir melodi gibi benliğime yayıldığını biliyorum sadece. Köy yüzünde ihtiyar bir çınar ağacı. Paslı zincirlerle tanışmamış halat salıncak. Birinin, diğerinin derdine hıçkırarak ağladığı fasıl. Hatıra defteri arasına bırakılan gelincik tanesi. Bir ırmağı gözyaşıyla sulayan kadın. “Ey büt-i nev edâ olmuşum müptelâ/ Âşıkım ben sana iltifât et bana” ile başlayan ve hicaz makamına süs olan şarkı… Her biri derin boşluklar arasına sıkışmış ve insandan uzaklaştırılmış eski kelimelerin çağırdıkları. Her biri o kelimelerin çağrışım dünyama taşıdığı. Demek kaybettiğimiz her şeyle kayboluyor kelimeler yahut kelimelerin yitirildiği yerde başlıyor kaybedişler. “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.” demiş Haşim. Ne onlar bize âşinâlar, ne biz onlara vakıf. Söz her hâlükârda kaderini yaşıyor.
Mana itibariyle yorgun da olsa melâlin getireceği o zengin alan bugün usanç ve bıkkınlık gibi ruhsuz ifadelerle karşılanmaya çalışılıyor. Tahayyül görüntüyle, ihata kavrayış ile, irade istenç ile, yâr sevgili ile, teselli avunma ile yer değiştiriyor. Âlem bazında kullanılan dünya kelimesinin âleme seviye kaybı yaşatması gibi, yerleri doldurulamayan kelimelerin usulca çekilişi ile sahneden, daralıyor dünyamız. Eski diye kâinatın çöp kutusuna attığımız “bahtiyar” kelimesinin tınısına ulaşamıyor “mutlu” sözcükler. Bellek hafızanın, anı hatıranın, yakıcı hârın, denge muvazenenin asaletine yetişemiyor. İfadelerimden çağdaş sözcüklere savaş açtığım manası çıkarılmasın. Ben sadece bizde kalması muhtemel kelimelerin bir derinliği olduğunu ve bu derinliğin şuura hükmedebilecek bir potansiyel taşıdığını anlatmaya çalışıyorum. Hiç değilse edebî metinde göz önünde bulundurulması gereken ve yazarı kıtlık psikolojisi(!)ne sokmayacak olan bir unsurdan söz ediyorum. Asli olanlara neye ve kime göre eski dediğimiz hususunun bizleri düşündürmesi gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Tefekkürün, teessürün, tahakkümün, teveccühün, tahassürün, tahammülün, tecessüsün, tenezzülün özünde zengin bir dünya taşıdıklarına inanıyorum. “Rakik” kelimesinin muhteşemliğini karşılayabilecek ifade arayışına girdiğimde daima yorgun çıktığımı fark ediyorum.
Halkın hafızası kelimeleri ile doğru orantılı. Kelimeleri eksilince hatıraları da eksiliyor insanın. Uzak bir dünyaya göç etmiş ataları ile arasındaki münasebet eksiliyor. Tarihi, coğrafyası, duyuşu, kavrayışı eksiliyor. Kelimelerin taşıdıkları asırlık tecrübeden uzağa düştükçe insan, maneviyatı eksiliyor. Gürültülü değil de kuvvetli kelimelere duyduğu hasrete olan farkındalığı eksiliyor. Sükûtun karşısına bırakılan susku kelimesi gönlü mutmain edemiyor.
Demek, susabilmek için bile kelimeye ihtiyaç duyuluyor.
Ezelî bir aşinalıkla, kelimelerin bir büyüsü olduğuna iman ettim. Her insanın bir kelime ile mündemiç olması, hiç değilse bir kelimeye benzetilişi bundan. Kişinin ismindeki manayı taşıyacak kıvama gelmesi de bundan.
Selam ile.