Büyülü Dünyalar
İlerleme mitinin nasıl bir zihin yarattığını geçen yazımızda belirtmiştik. Bu öyle bir zihin dünyası ki, post/modern zamanlarda insana sahte bir özgüven veriyor. Bunun farklı alanlardaki yansımalarını gözlemlemek mümkündür
Bir kere
teknolojik gelişmeler bu duygunun kazandırılmasında birinci derecede etkili.
Zira elindeki küçük aygıtlarla gündelik hayatını idame ettirme, işleri
kolaylaştırma ve hızlandırma açısından teknoloji olabildiğince işlevsel
görünmektedir. Buradan yola çıkılınca insanın yetilerinin de arttığı; hatta
bugün yaşayan insanların zeka ve kapasite olarak geçmişten daha gelişmiş olduğu
yolunda açık ve örtük iddiaları da görmek imkan dahilindedir.
Öyle ki, bugün
insan doğasının tamamen değiştiği yolundaki iddiaların da bir şekilde teknoloji
gelişimiyle ilintili olduğunu düşünmekteyim. Yeni Hümanistlerden bir kısmı bu
iddialara katılmakla birlikte bazıları katılmıyor. Benim kanaatim ise, insanın
çevreye bağlı olarak değişimler yaşadığıdır yoksa insan doğasının değiştiği
söylemine katılmıyorum.
Bugün
teknolojinin açtığı büyülü dünya bir başka gerçeklik yaratma konusunda epey
mahir görünmektedir. Baudrillard’ın da temel bir problem olarak ele aldığı
simülasyon meselesi, gerçekliğin artık ekranlarda yeniden ve yeniden
yaratıldığını, dolayısıyla hipergerçek denilen bir sürecin belirginleştiğini
söylemektedir. Hipergerçek ise gerçeklik ve gerçek olmayan arasındaki çizgiyi
muğlaklaştırdığı için önümüze bir sorunsal olarak gelmektedir. İşin enteresan
tarafı; genel kitle bunu tefrik etmediği gibi, belirttiğimiz şeyin bir sorun
oluşturduğunun bile farkında değildir.
İnsan bugün
kendi yarattığı büyülü dünyanın içinde esaret yaşamaktadır. Çünkü dünya sistemi
bütün gerçekliğin bu büyülü dünya içinde yaşanıp bittiği gibi imlemeler
yaratmakta ve insanlar o büyülü dünyanın dışına bir bakma cesaret bile
göstermemektedir. Kur’an-ı Kerim’in “Ankebut” metaforuyla anlattığı bu durum,
anlaşıldığı kadarıyla her devrin insanının farklı formlar üzerinden sorununu
bize göstermektedir. Bu sebeple mevcut durumu “insanın kendisine esareti”
şeklinde adlandırabiliriz.
Bir gün bir
AVM’nin elektronik ürünler satan bir mağazasına girmiştim. Zemin katın
altındaydı. Biraz akşam üstü gibi bir vakitteydi. Mağazanın içinde ışıklar
olabildiğince azdı. Fakat yerden tavana kadar farklı ekran boyutlarında
televizyonlar üste üste ve yan yana sıralanmışlardı. Üstelik hepsinde aynı
kanal açılmıştı. Televizyon yayını devam ederken renkler değişiyor ve o loş
ortamda renk geçişleri müthiş bir cümbüş oluşturuyordu. Bir anda büyülü bir
dünyanın içinde olduğum hissi bende uyandı.
O anda aklıma
Hz. Musa (AS) ve sihirbazlar arasındaki olay geldi. Sihirbazlar aslında o
dönemin bilimselliğini temsil etmekteydi. Bilindiği üzere geçmişte simya da bir
ilim olarak önemsenmekteydi.(Her dönemi kendi koşulları içinde
değerlendirirsek, bu tür değerlendirmeler yapmamız mümkündür.) Sihirbazlar
ellerindeki ip ve değnekleri yere atmakta ve onlar yerde aktif olarak hareket
etmekte idiler. Sihirbazlar gerçekte yaptıkları işin bir göz boyamadan ibaret
olduğunu çok iyi biliyorlardı. “Gerçekliğin” bu olduğunu kitlelere göstermeye
çalışıyorlardı.
Doğrusu bu
oyunu Hz. Musa asasıyla bozdu. Bu bağlamda gerçekliğin kaynağının aşkına olan
uzantılarını gündeme getirdi ve yegane hakikatin Allah (CC) olduğunu vurguladı.
İnsanlar ne zaman gerçekliğe dair bir adım atmaya çalışsalar, hemen “cambaza
bak” oyunuyla renkli ve cezbedici olana dikkat çekilir. Bir anlık gerçeklikten
uzaklaşma, insan sorgulamadığı sürece gerçekliğe sürekli ilgisizliğe
dönüşmektedir.
Hz.
Peygamber’in (SAV) bir duasıyla bitirelim: “Allah’ım ! bana hakikati olduğu
gibi göster.”