Büyük Âlim'in ardından!
Fatih Camii’ne akın eden yüzbinlerin hüzünle yolcu ettiği İsmailağa Cemaati Lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’na Rabbim’den rahmet diliyorum.
Mekânınız cennet olsun Büyük Âlim.
*
Bugün…
Fatih Camii’ne, Liderleri Merhum Muhterem
Mahmut Ustaosmanoğlu ile vedalaşmak için akın eden yüzbinleri izlerken…
O muhteşem kalabalığın ahenk içinde yürüyüşüne
bakarken hissettiklerimi, düşündüklerimi paylaşmak istedim siz Kıymetli
Okuyucularımla.
Bilenler bilir, ben “Muhafazakâr” ortamlarda yetişmedim.
Arseven
Ailesi, kendisini “çağdaş”
olarak nitelendiren bir Aile’ydi.
O çevrede CHP’ye oy verilir, yılbaşları itinayla
kutlanır, “gerici” denilenlere karşı
dikkatli olunması telkin edilirdi.
Yıllar böyle böyle geçerken…
Rahmetli Babam, Türkiye’ye kesin dönüş kararı aldı.
Bir süre sonra kanser hastalığına yakalandı.
Birkaç ay, Okmeydanı SSK Onkoloji’de yattı ve vefat
etti.
Yıllar sonra bulduğum Babamı tam da benimsemeye
başlamışken kaybetmek beni derinden sarsmıştı.
Ve üstelik yine tek başına kalmıştım.
O ruh haliyle, bir köşede otururken, mahalleden bir
tanıdık, “Serdar, bugün buraya Timurtaş
Hoca gelecek, istersen birlikte dinleyelim.”
dedi.
“Timurtaş
Hoca?”
O güne kadar ismini duymamıştım, bizim dünyamızda böyleleri
yoktu.
“Kim
ki O?” diye sordum.
“Vaazları
meşhurdur, insanlar Timurtaş Hoca’yı dinlerken kendilerinden geçer!”
diye cevap verdi.
Merak ettim.
Akşam, o tanıdıkla birlikte, Merhum Timurtaş Hoca’nın misafir olacağı eve gittik.
İlk defa böyle bir eve giriyordum…
Kur’an-ı Kerim’ler ve başka birçok “Dini” kitap…
Ortamda sadece erkekler vardı.
Arkadaşım beni onlara tanıttı.
Koca koca adamlar bana
“Hoş geldiniz Serdar Beyefendi”
dedi.
Biraz sonra Merhum Timurtaş
Hoca geldi.
Hepsi büyük bir hürmetle karşıladı kendilerini.
Ben, “Ne
yapsam?” diye düşündüm.
Ne yapacağımı bilemediğim için de, Merhum Timurtaş
Hoca oturuncaya kadar yan odaya geçip geri gelmeyi tercih ettim.
Arada kaynayıp gittim.
Hoca, hayli hüzünlü görünüyordu.
“Sormayın
başımıza gelenleri” dediğinde -gazeteci olacağım o günlerden
belliymiş demek ki- merakla dinlemeye başladım:
“Piyango
aleyhinde konuştuk diye bilmem kaç yıl hapisle yargılanıyoruz. Yargılanmak bir yana, sürekli olarak rahatsız
ediyorlar. Kapımıza sürekli olarak polis gönderiyorlar. Ev halkının yüreği
ağzında. Artık öyle bir hale geldik ki,
kapıyı kapıcı çalsa, ‘Eyvah, yine polis!’ diyoruz! Çocukların psikolojisi
bozuldu kardeşlerim!”
“Laikçi”
eğitimi almış bir genç olarak, “Piyango
aleyhinde konuştu diye”, bir Hoca’nın bu kadar sıkıntıya uğratılacağına
inanmak istemedim.
“Karalamak
için abartıyordur!” diye düşündüm.
“Ne
dediniz de böyle oldu?” diye sordum.
“Piyango
Devlet Kumarıdır, uzak durun!” dediğini söyledi
Muhterem Hoca.
O akşam çaylar içildi, sohbetler edildi.
Ben, bu Memleket’te “kumara kumar demenin” suç olduğunu, o akşam öğrendim.
Sonra sonra…
Bir şeyler değişmeye başladı kalbimde.
“Namaz
kılsam” diye düşünmeye başladım.
Fenerbahçe’nin maçları vardı.
Gün boyunca statta kalıyorduk.
Arada vakit namazları gidiyordu.
Statta mescid yoktu.
Bir yere karton atsam, görenler dalga geçerdi.
Böyle,saçma sapan düşüncelerle epeyce vakit geçirdim.
Sonra, günün birinde, “namaza başlamaya” karar verdim.
Maçları bıraktım, engel teşkil edecek diğer işleri bıraktım.
Namazlara ve kitaplara yöneldim.
Sürekli olarak birlikte takıldığımız arkadaşlarım bana gelmez oldu, ben de
onlara gitmez.
Sonra…
Yurt dışındaki Validem’in Fatih, Draman’daki evine taşındım.
Evin duvarlarını “Ayet”lerle
“Hadis”lerle doldurdum.
Bu süreçte, gazeteciliğe başlamıştım.
Güneş Gazetesi’nde çalışıyordum.
Mustafa Karahasanoğlu, Hasan Hüseyin Maden
ağabeylerle tanıştım.
Güneş’i
bıraktım, Cuma Dergisi’ne geçtim.
Akşamları Draman’a gitmek üzere bindiğim 90 numaralı
belediye otobüsü Çarşamba’dan geçiyordu.
Orada sarıklılar,
çarşaflılar vardı.
Bir gün indim, İsmailağa
Camii’ne gittim.
Orada namaz kıldım.
Birileriyle tanıştım.
Cuma Dergisi’nden olduğumu öğrenince ilgi gösterdiler.
Yemeğe götürdüler.
Bana, “Sarık
Cübbe” tavsiye ettiler.
Yemeğe tuzla başlamam gerektiğini söylediler.
Ben “Sarık
cübbe olmaz, gazetecilik yapamam sonra!” dedim.
Mazeretimi kabul etmediler.
Gel zaman git zaman…
O karanlık dönem, 28 Şubat dönemi geldi.
Oralara baskınlar yapıldı.
Polisler, Çarşamba sokaklarında gördükleri
sarıklıları, çarşaflıları toplamaya başladı.
O zamanın kartel medyası, İsmailağa’nın önüne kamp kurdu.
Kur’an öğrenmek için orada bulunan çocuklara baskın
yaptı.
Ben oralardaydım.
“Gazeteci”
etiketli saldırganlarla az mücadele etmedim.
Onlar Kur’an Kursu’na gidip gelenlerin, ben de onların
fotoğraflarını çektim!..
Merhum Mahmut Ustaosmanoğlu
Hocaefendi ve talebeleri büyük baskı altındaydı.
Bunu rağmen çok rahatlardı.
O çetin akşamlarda, yanlarında olmak için sohbetlere
gittim.
Nasip değilmiş, müntesip olamadım ama sohbetlerinden
çok istifade ettim.
*
Bizim büyütüldüğümüz çevrede, bu insanlara “gerici” derlerdi.
Buralarda “Kadınların
insan yerine konulmadıklarını” öne
sürerlerdi.
Çarşamba’daki Müslümanlarla tanışınca, şunu gördüm ki…
Kadın
burada daha çok Kadın, Ana burada daha çok Ana.
Evi onlar yönetiyor, çoğu vakit onların dediği oluyor.
Bizim oralarda, bu kadar “kadın sözü dinleyene”, “kılıbık” derlerdi.
Buralarda, Kadın sözüne daha fazla itibar ediliyor.
Bu da kimseyi rahatsız etmiyor.
Buralardakiler;
okuyan, yazan, araştıran Hanımefendiler…
Hiç de “bizimkilerin”
anlattığı gibi değiller!
Buralarda kadın kadının kurdu değil.
Kadın kadınla rekabet halinde değil.
Her Kadın, Allah’a kul.
Ailesi’ne Ana.
Aslında evin Reisi.
Farklı dünyalar…
Çocukluk yıllarımızda tanıdıklarımız, çok yaşlandıklarında
bile, yüzlerini kimyasal boyalarla doldururlardı.
Başlarında bigudilerle
dolaşırlardı.
Saatlerde kuaför koltuklarında oturur, başlarındaki o
sıcak tepsiye katlanırlardı.
*
Bizim yetiştiğimiz yerlerde sohbetler çok gürültülü
olurdu.
Sohbet denilemezdi aslında bunlara, her kafadan bir
ses çıkar, konuşmalar birbirine karışırdı.
İsmailağa civarlarındaki ev sohbetlerinde, herkesin her
konuşanı pür dikkat dinlemesi dikkatimi çekmişti.
Bazen ben de söz alıyordum, pek bir şey bilmediğim
halde.
Ben konuşurken herkes dinliyor, bana kıymet veriyordu.
Buralarda “birey”
olmuştum.
Diğer hayatımda ise gürültü unsuruydum!
*
Etrafta ilginç simalar da vardı.
“Bıçkın
delikanlı” olarak tarif edebileceğim kişiler.
Öğrendim ki, bir vakitler adeta birer suç makinesi
olan insanlardan bazıları; ilim, irfan, sohbetle tanışınca eski hayatlarında ne
varsa bırakıp bambaşka insanlar olmuşlar.
Artık ne içki, ne kumar, ne kavga, ne tantana…
Namaz, niyaz, sohbet, yardım.
*
Fatih Camii’ne, Liderleri Merhum
Âlim Mahmut Ustaosmanoğlu’na
vedalaşmak için akın eden yüzbinleri izlerken…
O muhteşem kalabalığın ahenk içinde yürüyüşüne
bakarken...
Onca vakit etraflarında dolaşıp “nasiplenememenin” hüznü çöktü içime.
Eski vakitlerden kalma tıkanıklıklar olmalı
kalbimizde…
*
Bir de şunu düşündüm:
Politikacıları
ve bürokratları bu kadar yakından tâkip etmek mi tıkıyor
kalbimizi ne?